Yeşil yansıyan yoğun sağanak görüşümü bulandırıyordu o gün. Bir süredir bu hayvanın izini sürüyordum. Uzun çimenlerde saklandım, kokumun etrafıma uyum sağlaması için taşımı kullandım.
Mermerkaplan, fazla tehlikeli. Başka bir av bul Kurt.
Acaba mermer omurgasını kırınca nasıl bir ses çıkacak? Paramparça et onu Kurt.
Tenindeki nem, şu ıslak çim ve bu çamurlu toprak… İyi hissettirmiyor mu kurt?
Her zamanki gibi çok faydalısınız. Daha önce hiç mermerkaplan avlamadım ama onları çokça kez takip edip gözlemledim. Mermerkaplanlar; pürüzsüz mermer derili, çevik ve güçlü yırtıcılar. İnci paltolarını aşmak o kadar zahmetli ki mermerkaplanların avcıları bile onları avlamakla uğraşmıyor.
Peki sen ne yapacaksın Kurt?
Peki sen ne yapacaksın Kurt?
Peki sen ne yapacaksın Kurt?
Yeşilliklere dokunup ses çıkartmamak için çamurun daha da içine çömeldim. Sırtımın derinlere kazılı bir taş vardı, ona odaklandım. Sonsuz çölleri düşledim, bastırılamaz bir güç düşledim. Kemiklerim onları daha dayanıklı yapmam için kırıldı. Demirden daha kalın bir post çamurlu vücudumu çevreledi. Hayati tek bir anı bile harcamamak için vücudumun kendini yeniden şekillendirmesi bittiği gibi mermerkaplana atladım.
Aptallık.
EVET, KIRIP PARÇALA ONU.
Şurada iki dinlenecektik.
Mermerkaplanı sertleşmiş ve genişlemiş, çekiçten hallice yumruklarımla durmadan tokmakladım. Vurdum, vurdum, vurdum… durdum mu hatırlamıyorum bile. Ne hayvanın son nefesini verişini fark ettim ne de ikinci mermerkaplanı. Bütün odağımı kollarıma ve ham güce verip kendimi tamamen savunmasız bırakmıştım. İkinci mermerkaplanın ağır pençesi, görüşümden önce vücuduma girdi. Ölümcül yara almamak için vücudum anında iç organlarımın yerini değiştirmiş olsa bile vücudumun kontrol edemediğim bir yeri vardı, taşım.
…
…
…
Gözlerimi uçsuz bucaksız bir çöle açtım, omurgamı deşen acı bana diz çöktürmüştü. Sessizdi, ne gürültülü bir sessizlik, ne mutlak bir sessizlik… Yalnızca sessizdi. Üç gururlu ruhun bitmek bilmeyen sataşmaları yoktu, rüzgar yoktu, doğa yoktu. Hatta taşdebisini bile hissedemiyordum. Kısacası burada kumdan başka hiçbir şey yoktu.
Taşımdan gelen ezici acıya alışmam hayli zaman almıştı. Vücudumu değiştirip acıya karşı koymayı; yaramı iyileştirmeyi, en azından bastırmayı denedim. Fakat bir sonuç alamadım. Kolumdaki kılları bile kontrol edemiyordum. Üstüne üstlük taşımı kullanmaya çalışmanın yaptığı tek şey duyduğum acıyı katlamaktı. Bu acı bir ara o kadar artmıştı ki sırtıma uzanıp taşımı söküp çıkarmayı denedim. Denemekten eninde sonunda vazgeçtim, acımı dindirmek için gereken de buymuş.
The story has been illicitly taken; should you find it on Amazon, report the infringement.
Acım yavaş yavaş söndükçe, asla tamamen gitmedi, düşünmeye başladım. Neredeydim, buraya nasıl gelmiştim, nasıl bu kadar sessizdi, ruhlarım neredeydi ve buradan nasıl çıkacaktım? Bu soruların yalnız bir tanesini cevaplayabildim. Bulunduğum bu yeri sayısız kez görmüştüm, daha doğrusu düşlemiştim. Bu, kumayısının bana gösterdiği sonsuz çöldü.
Birinin duyması için değil kendimi kendimi dindirmek için dışarıya konuştum.
“Düşledim.
Güçle yattım,
Çölde kalktım.
Düşlüyorum.
Gücümü topluyorum,
Fırtınalar koparmaya hazırlanıyorum.
Düşleyeceğim.
Yıkım olacağım,
Toprağa bizzat hükmedeceğim.”
Hiç. Kelimelerimin ulaştığı tek kişi bendim. Ne bir cevap aldım, taşdebisini kontrol edemedim ve hiçbir şey değişmedi. İlk defa, güçsüz hissettim. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü, ayağımı kuma sapladım ve boğazıma zarar verecek kadar yırtındım.
“BEN DÜŞLEYEN KURT’UM,
DÜŞLEYEBİLİRİM, DÜŞLERİM,
BİTSİN BU KİNLİ DÜŞLERİM!”
Kuma koştum, kumdan kaçarken. Kuma vardım, kumu bırakıp. Koşamayana kadar koştum, ama gücüm asla bitmedi. Aynı zamanda ne acıkıyordum ne de susuyordum. Sıkıntıyla yumruğumu kızgın kumula sapladım. Sayısız kum tanesi derimi deşmiş, yumruklarımı kana bulamıştı.
Ben kumu yumruklamaya, acım da artmaya devam etti. Yumruklarım sırasında kolumu düz tutup gittikçe kumulun derinlerine kazıyordum. Kan ve kum zamanla kollarımı kapladı. Çok geçmeden kolumu kaplayan kumların yavaşça parlamaya başladığını fark ettim. Bu yaldızlı kaplama dirseklerime ulaştığında kollarımı tamamen geri çektim. Kumu silkelesem de derimi bırakmadı. Acım o kadar şiddetlenmişti ki düşünmek için uraksadığımda acıdan neredeyse anında bayıldım. Düşledim.
Bir kemik yığının tepesinde dişil bir figür vardı. Neredeyse turuncu, kahverengi saçları omuzlarına iniyor yüzüne doğru kıvrılıyordu. Neredeyse kırmızı, kahverengi gözleri hariç yüzü kanla maskelenmişti. Kemikten bir post, kafataslarından bir pelerin kuşanmıştı. Bana kükredi.
“Demek düşledin ey kurt,
Gücümü düşledin,
Çölümde düşledin.
Söyle neden ey kurt,
Neden gücüme ihtiyacın var,
Neden fırtınalar koparmak istiyorsun?
İşte ben kumayısıyım,
Eğer aradığın yıkım ise,
Topraktan önce bana hükmetmelisin.”
Acım hâlâ tazeydi, ben de aşağıya kollarıma baktım. Kum ve kan onları tamamen kaplamıştı. Sertleşmiş olan bu tabaka bir demirörümceğinin ağı kadar sağlam ve esnekti. Odağımı kollarıma çevirdiğimde kumayısı çoktan bana doğru atılmıştı. Hemen ardından yumruklarımız birbiri ile çakıştı. Çatışma o kadar kuvvetliydi ki benim omzumu çıkardığı gibi onun giyindiği kemikler çatlamıştı. Geri hırladım.
“Avın kudretli ruhu,
Ey güçlü kumayısı,
Meydan okumanı kabul ediyorum.”