Bir süredir Köprühisar’ı ziyaret etmemiş olmama rağmen bu şehir hala bir değişme belirtisi göstermiyordu. Rastgele mimarilerin, estetiğe herhangi bir özen gösterilmeden bir araya getirilmiş; her köşe başında kaosun pustuğu, kalabalığın dalgalı gürültüsünde kaybolan çığlıkların şehriydi hâlâ Köprühisar. Şehrin insanları, gergindi ve büyük kavgalara yol açan patlamaların sınırlarında yaşıyordu. Bu şehir adeta canlıymışcasına varlığı ile içindekileri boğuyordu. Köprühisar’da kaldıkça şehir, beni tüketiyordu.
O muhtemelen favori salaş barı, Kurt İni’ndeydi. Bar da onun gibi yaşlı, pasaklı ve ağır alkoller kokuyordu. Hızlıca Köprühisar’ın labirentvari sokaklarını geçtim. Tabelası zar zor ayakta duran bu mekanın kokusu ben daha içeri girmeden beni karşıladı. Kapının gıcırtılı zili, girişimle birlikte çınladı.
Özellikle de barın müdavimleri ile göz teması kurmadan etrafa bakındım. Elbet üzerimde üzerimde gözler vardı ancak onların tarafına bakmaya tenezzül etmedim, nazarıitibarımın gayet farkındayım. O kadının tanışığı olmak epey uğraştı. Bar tezgâhında bir yer buldum ve barmene işaret ettim. Kurt İni’nde barmenler şarap gibi gelip giderdi ama aralarından biri en başından beri orada çalışıyordu.
“Şarap alacağım, balbezelyesi olsun lütfen. Bir de… O, burada mı?”
Yaşlı barmen Durgun Muson bir safirdi. Birden fazla şirkete sahip bir yakut olarak, ilk tanışmamızda bana karşı olan ön yargısını hiçbir zaman suçlamadım. Aynı Eji’derr’lerimiz Yakut ve Safir gibi bu iki taş da genelde iyi geçinemez ancak iyi bir barmen olmak için hoşgörü ve müşterinin isteklerini bilmek gerekir. Muson ise bu zanaatin harika bir ustasıydı. Dudakları, bakımlı beyaz bıyığının altına gizlenmiş bir tebessüm etti.
“Arkada uyukluyor. Buraya geleli bi’ küfdutu çürüğü oldu Baron, eminim ki sizi özlemiştir. Tabii bunu söylemektense havlamayı yeğleyeceğinden eminim…”
Sesi, barın dağınık yaygarasını unutmamı sağladı. Kelimeleri hep yoğun, pürüzsüz ve yavaştı; bir sonraki kelimeye geçmeden önce ilkinin nüfuz etmesini beklerdi. Kıyafet seçimi mavinin en melankolik tonunda, basit ve sönük parçalardı. Hareketlerinden en basit jestlerine kadar her zaman sıcak ve konuksever olmaya çalışırdı. Belki o yaşlı köpeğin burayı sevmesinin tek nedeni Muson’du. Şarabın yanında kanbalkabağı turtasından ikram etti, bu da benim burayı sevmemin tek nedeniydi.
“Onu uyandırmaya gerek yok, ihtiyar kurdun çoktan kokumu aldığına eminim. Ben de onu özledim, yeterince… Seni ve bunu özlediğimden ise eminim Muson.”
Kendimi turtanın yoğun, tatlı aromasına bırakırken kafamı sallayıp parmağımı şarap kadehine karşı tatmin edici bir ses gelecek şekilde şıklattım. Normal günlerimiz hakkında konuşurken zaman o kadar akıcı geçti ki beni sinsice izleyen avcıyı fark etmedim. Belki de alkol kokmuyor oluşundan izininin farkına varamamıştım. Boğazıma atlayıp beni boğdu, bu onun sarılmasıydı. Fazla güçlü olduğundan kemiklerimi kırmamasına umut edip bitmesini bekledim.
This tale has been unlawfully lifted without the author's consent. Report any appearances on Amazon.
“Seni sinsi tilki, beni az daha unuttun sandım! Yoksa mühimlerin mühimi Baron’un sokaklara inmesi çok mu zor? Muso, bize benim şişemden koy… Şu kırmızı pisliği de dök. Buna bayılacaksın Baron, çalıştığım birinden bir hediye.”
Barmene pes etmiş bir bakış atıp canım şarabımı almasına izin verdim. Bana mağlup bir gülümseme ile göz kırptı ve şarabı dökmek yerine arkaya kaldırdı. Tezgâhın altından usta işi bir egzotik şişe çıkardı. Tahminimce bu şişe, pek çok özgün alkolüyle bilinen Serapsaray’dandı. En azından dedektif beni boğmadan önce turtamı bitirmiştim. Konuşmak için elimden geleni yaparken beni boğan tutuşu gevşedi.
“Seni de görmek güzel Gri. Gücünden de hiç ödün vermemişsin… Maalesef ziyaret için fazla yoğundum. Hem istediğin zaman malikâneye gelebileceğini de biliyorsun… Orası senin de evin.”
Beni bıraktığında sonunda dolu dolu bir nefes alabilmiştim. Giysileri her zamanki gibiydi; arkasında mutlu bir yavru köpeğinki gibi sallanan pasaklı kuyruklu ceketi, ceketin altında Taşdiyar Koruma Birliği’nin denizkamelyası mavi bluzu, onunla aynı fikre sahip olmayanların kafasını tekmelemek için ideal olan rahat ve esnek gri taytını giymişti. Aşırı uzun ve kabarık gümüşi saçlarını tek, büyük bir örgüye toplamış ucuna da sallanan metal bir parça takmıştı. Bu parçayı rakiplerini gafil avlayan kör bir silah olarak kullanırdı. Bu canavarın içindeki güzelliği sergileyen asıl şey ise onun taşıydı. Bütün aleksandritler gibi onun da taşı alnının tam ortasındaydı. Aleksandritlerin taşlarının belli bir rengi yoktur ve hepsinin taşı farklı bir renktedir. Onunki, içinde ne siyah ne de beyaz olan, en saf haliyle griydi.
Dedektif inlerken esnedi. Kül rengi mavi gözleri benimkileri köşeye itti. İnsanlarla konuşurken onların gözlerine derinlemesine kitlenmek onun huylarındandı. Tam zıttı bir kadın olan Büyük Beyaz’a nazaran bu griler içindeki kadının davranışlarını asla tahmin edemiyordum.
“Meşguldün demek… Ben senin meşgul olduğunu bilmiyorum mu sanıyorsun! Beni ziyaret edecek boş zamanın olmasında değil olay… Beni ziyaret etmek için zaman ayırıyor olmamanda, seni taş kafalı adam! Benim gibi saygıdeğer bir dedektife böyle mi davranılır… Hem ben de meşguldum. Kelimenin tam anlamıyla yukarıdaki kulenden bakmakla Taşdiyar’ın ne hâlde olduğunu görebiliyor musun?”
Kelimeleri beni bir anlığına düşünmeye itince bu durumu hemen aleyhime çevirdi. Ben daha gardımı kaldıramadan sözleriyle beni yumruklamaya devam etti. İşte bu yüzden seni ziyaret etmiyorum seni mızmız, ihtiyar köpek.
“Buraya zaten benim için gelmedin değil mi? Sen bir dedektif istiyorsun, arkadaş değil. Sadece beni bir davaya takmak için geldin… Hayal kırıklığına uğradım diyemem çünkü senin gibi kurnaz bir tilkiden başka bir şey beklemezdim. Getirdiğin olaya bakmayacağımı zaten biliyorsun bu da demek oluyor ki elinde bir kozun var veya olayda bir gariplik var. O zaman hadi şu işi aradan çıkaralım…”