Ve her şey durdu. Ben hâlâ hareket ediyordum. Dalgalar bir daha çarpmadı. Şarapneller patlamayı asla terk etmedi. Yağmur yere asla erişmedi. O hâlâ hareket ediyordu. Uluyan kurtlar sustu. Sıkılmış yumruklar bir daha açılmadı.
Bir andan az, bir ebediyetten fazladır buradaydım. Gardiyanım da benim gibi bir tutsak olduğundan en azından yalnız değildim. Bitmek bilmeyen konuşmaları ne kadar nahoş olsa da ondan hala sıkılmamıştım. Ya o çok iyi bir konuşmacıydı ya da sonsuz bir zaman hapsine sıkışıp kalmak beni etkilemişti.
Bulunduğum şartları çoktan kabullenmiştim, en azından buna inanıyordum. Zamanın içine diri diri gömülmekten kurtulmak için gücüm dâhilindeki her şeyi denemiştim ama nafile. Zamansal yapısından olsa gerek bu taşhüner tamamen dokunulmazdı ve sahibini de öldüresiye pek çok kez dövmüştüm. Bu “baloncuğun” içinde ne bir şey olabiliyor ne de değişebiliyordu. Yapabileceğiniz tek şey konuşmak ve de düşünmek.
Bu benim yolculuğumun, macera çağrımın, hikâyemin sonuydu. Elbet bu hikâye herkes tarafından farklı şekilde yorumlanabilir ve ben ne kahraman ne de kötü adam olduğumu söyleyebilirim. Ama ben bunun iyi bir hikâye olduğuna eminim. Köprühisar’ın görkemli kütüphanesinde bulabileceklerinizin aksine bu gerçekten de görkemliydi.
“Sana hikâyemi anlatırsam balbezelyesi teorini bir daha asla paylaşmayacağına söz verir misin?”
Taze bir merakla sordum. Zaten teorisi hiç de mantıklı değildi.
“O teoriyi uydurmanın çalışacağını biliyordum. Eğer sana sorduğumda cevaplamış olsaydın ikimizde hâlâ balbezelyesinden zevk alırdık. Keşke başka bir şey seçmiş olsaydım…”
Eğer anlamsız iğnemelerini göz ardı ederseniz o iyi bir dinleyiciydi.
“Yalnız, ailem gözlerimin önünde öldü ve dünyamız adil değil gibi sözlerden sakın. O masallardan doldum taştım.”
Daha konuşmaya şansım olmadan beni böldü.
“Maalesef ailem gözlerimin önünde ve dünyamız adil değil. Fakat bunlar ne beni ne de hikâyemi oluşturdu. Günün sonunda bunlar kayıtlarda bulabileceğin birer olgu.”
Tepkisini ölçmek için durdum. Hâlâ dinliyordu ben de devam ettim.
“Bir zamanlar hayatta olan annem ve babam bana Aine ismini verdi. Bencil, kudretli tanrıların bize verdiği kalıplara sığmaya çalışmaktansa kendi isimlerimizi seçmek, elmas olmanın sevdiğim yönlerindendi. Sonrasında ise elmas olmanın kötü yönü geldi, yaşamak. Günlerimi Hiçlikdağları’nın sonsuz boşluğuna bakmakla geçirdiğim Köprühisar’da büyüdüm.”
Support the creativity of authors by visiting the original site for this novel and more.
Devam edecektim ki sonunda sözümü kesti.
“Ah, dur artık! Sana çoktan bir tane daha acındırma masalı duymak istemediğimi çoktan söyledim. Bunu ilk dinleyenin ben olmama hiç de şaşırmıyorum. Şimdi devam et ama bu sefer biraz ilgi çekiçi olsun.”
Bana ne sırıttı ne de benimle alay etti, ciddiydi.
Elimizdeki tek şey olan zamanı kullandım. Kısa elmas hayatımı geriye sarıp her şeyin üzerinden geçtim. İzlediğim yolları, tanıştığım suratları ve benim yüzümden sonlanmış hayatları… Hiçbiri yakamı bırakmıyordu ama pişmanlık hissetmiyordum. Yaptıklarımın arkasında hâlâ sımsıkı duran bir inanç vardı. Bunu bir mazeret olarak görebilirsiniz ama aslı bu kadar da basit değil.
Dünyamız Taşdiyar, uzun zaman önce yozlaştı. Kendilerine “Eji’derr” olarak hitap eden varlıkların istilasına uğradı. İlk başta herkes eşitti, insandı. Sonra bu olgunlaşamamış tanrılar onlara “hediyeler” sundu. İnsanlar; dağları oynatmak, ebedi gençlik veya yabani özellikler geliştirmek gibi güçler kazandı.
Yedi tanrı, kendi insan versiyonlarını oluşturmak için yedi taş getirdi. Fakat aralarında bir istisna vardı. Elmas’ın bizim için bir “hediyesi” yoktu. Onun yerine kalbimizin etrafını çevreleyip yaşam enerjimizi sömürdü. Biz; kabuklularla konuşamıyor, yaraları iyileştiremiyor veya eriyik kayalara şekil veremiyorduk. Yarı tanrıların yeni dünyasında biz, hâlâ insandık.
İçimdeki öfkenin ve adaletin bir kez daha kızıştığını hissettim ama o düşüncelerimi kesti.
“Velev ki seçme hakkın olsaydı, başka bir taş ile doğmayı seçer miydin?”
Bu cümlesi beni tamamen duraklatacak kadar soğuttu. İstersem cevabım için gerçekten de sonsuza kadar düşünecek zamanım vardı. Ama cevabını bildiğim bir şey için düşünmeme gerek yoktu.
“Eğer seçme hakkı olsa bütün bunlar zaten adil olurdu. Bunu sorman bile beni şaşırttı. Bütün bunları diğerlerini kıskandığım için mi yaptım sanıyorsun? Bir yılan bana ayı pençeleri vermediğini için mi öfkeliyim?”
Aslında pek alınmamıştım ama meraklanmıştım.
“Seni anlamaya çalışıyorum sadece. İçindeki öfkeyi ve tutkuyu gayet net görüyorum… Ama bunların nedenini anlamakta zorlanıyorum.”
Her zamanki hazırcevap hâlinde ve ritminde değildi. Kafasını toparlaması için bekledim. Buruk bir ifade ile konuşmaya devam etti.
“Sanırsam anlamak için senin berbat acındırma masalı dinlemem gerekiyor. Bu ‘olgular’ banal ve sıkıcı olsa bile bu kötü bir hikâye anlatıcısı olmak için bir bahane değil. Bir keresinde sırf hikâye anlatmakta iyi olduğu için bir ateşgülünün aile ağacı hakkında konuşmasını bile dinlemiştim. E, benim gibi bir bitki manyağının bile limitleri var.”
Hazırcevaplığı geri gelmişti. O normal hâline geri döndüğü için rahatlamam garip bir histi.
“Neyse ki hikâye anlatıcılığın üzerinde çalışmak için bolca vaktimiz var, zaten biraz antrenmandan sonra pek bir sorun olacağını sanmıyorum. Öyleyse…”
Madem bu benim yolculuğumun sonuydu, geriye sadece hikâyesi kalmıştı.