Bölüm 2: Dostum, bu simit ve çay bir harika!
Jin Kai, Lin Feng’in yüzündeki korku dolu ifadeyi görünce mutlu hissetmedi. Aksine sabrı daha da tükeniyordu.
Bir kırbaç darbesi daha havayı yardı ve Lin Feng’in kıçında zonklayan bir acı bıraktı.
Şlak! – Bir kırbaç darbesi daha!
Şlak! – Bir başka kırbaç darbesi onun kıçına indi!
Bilinmeyen bir yerden gelen kırbaç darbeleri Lin Feng’in kıçına iniyor, Lin Feng ise kıçını korumaya çalışıyordu! Ama ne yaparsa yapsın, bu darbeleri engelleyemiyordu!
“Pişman oldun mu? Borcunu ödeyecek misin?!” diye sordu Jin Kai, otoriter bir ses tonuyla.
Şlak!
“Ahh! Ben-”
Şlak!
“Ahh! Ben ödeyeceğim!!”
Şlak!-
Sonuncu kırbaç darbesi, Jin Kai’nin elini hafifçe sallamasıyla, Lin Feng’e temas etmeden önce havada imkânsız bir momentumla durdu.
İşte ilk defa o zaman Lin Feng, kendisine vuran kırbacı görebilmişti.
Bu, ipe benzer ince bir daldı!
(“Bu da ne böyle?!”)
Hızla dalın kaynağını takip etti ve bunun... tahta kuklanın parmaklarından uzamış olduğunu fark etti.
(“SİKTİR, BİR KUKLADAN MI DAYAK YEDİM BEN?!”)
Lin Feng, utanç ve gözyaşları içinde, kıçının acısını geçirmek için elini arkasına götürüp ovuştururken bu düşünce zihninde yankılandı.
Sonra Jin Kai’ye baktı ve onun hâlâ sabırsız bir ifadeyle beklediğini gördü.
Jin Kai’nin gözleri, Lin Feng’in para kesesine odaklanmıştı. Sanki içindeki Qi Taşlarını görebiliyordu!
Lin Feng, Jin Kai’nin bakışı karşısında ürperdi ve hızla cebinden para kesesini çıkardı. 13 tane Qi Taşı saydı ve hepsini Jin Kai’ye uzattı.
Jin Kai’nin sabırsız ifadesi, Lin Feng’in uzattığı Qi Taşlarını görür görmez, bir meteor düşmesi sonucu karlı dağlarda eriyen buzlar gibi yok oldu. Yerine, tekrar nazik ve dostane bir tavır geldi.
Simitleri ve çayı gülümseyerek bir masaya servis etti: “Dükkânımı tercih ettiğiniz için teşekkür ederim, afiyet olsun.”
Ve Lin Feng aptal gibi dona kaldı.
(“Siktir… bu yüz ifadesi de ne böyle?!”)
(‘Nasıl hiçbir şey yaşanmamış gibi davranabilir?!’)
(‘Bu... Utanmazlığın Tao'su mu?!’)
Fakat bu düşüncelerini dile getiremezdi. Çünkü taşakları o kadar büyük değildi.
Bu yüzden, bir yandan kıçının acısını ovuştururken, diğer yandan da gülümsemeye çalışarak sandalyeye oturdu.
Şu an o kadar fazla korkuyordu ki, buradan bir an önce gitmek için tüm parasını bile verebilirdi.
Ama Jin Kai’nin garip davranışlarını gördüğünden dolayı, onun sözlerinden dışarı çıkmamaya karar verdi.
Gösterdiği yere oturdu ve simitleri ve çayı tüketmeye başladı.
Yaklaşık bir dakika boyunca düşüncelere daldı.
Sonra, çayın ve simitlerin enfes kokusu burnunun içine doldu. Ve adeta ruhuna dokundu.
Bu koku o kadar güzeldi ki, ona kıçının ağrısını bile bir anlığına unutturmuştu.
Grulll!
Bir karın gurultusu, dükkânda yankılandı.
Lin Feng, utanç içinde boynunu eğdi.
Bir yandan karnını ovuştururken, diğer yandan da Jin Kai’ye baktı.
Ama Jin Kai bunu umursamıyordu bile.
O, tezgâhının başına geçmiş, heyecanla kapıya bakıyordu.
(“Başka bir müşterinin gelmesini bekliyor…”)
(‘Bana satış yaptığı andan itibaren beni unuttu...’)
Lin Feng, gizlice tahta kuklaya bir bakış attı.
O, hareketsiz bir şekilde yerinde duruyor ve kapıya bakıyordu.
Yanında ise… garip bir ifadeyle ona bakan bir horoz vardı.
Lin Feng’in kaşı seğirdi.
(“Bu lanet horozun bana küçümseyerek baktığına yemin edebilirim!”)
Derin bir nefes verdi.
Ve ‘nereye düştüm ben!’ der gibi başını çaresizce salladı.
Sonra gözlerini kapattı ve odaklandı.
(“Olmuşla ölmüşe çare yoktur.”)
(‘Bana zarar verecek gibi durmuyorlar.’)
(‘Ayrıca paramı da çalmadılar. Beni yaralamadılar bile.’)
The author's tale has been misappropriated; report any instances of this story on Amazon.
(‘Bana bir şey yapmak isteseler, çoktan yaparlardı.’)
Ama az önce verdiği 13 Qi Taşı aklına gelince…
Yüzünde kederli bir gülümseme belirdi.
Ancak, çay ve simidin enfes kokusu onun kederli gülümsemesini, umut dolu bir gülümsemeye çevirdi.
(‘Belki de buna değer?’) diye içinden geçirdi hafif alaylı bir şekilde.
Bir simide uzandı.
Parmakları, taze hamurun gevrek dokusunu hemen hissetti.
Hafifçe sıktı.
Dışı çıtır çıtırdı… ama içi yumuşacıktı.
Bir ısırık aldı.
Ve göz bebekleri büyüdü.
Simidin susamla kaplı dış yüzeyi, damağında adeta bir tat patlaması yarattı.
Susamın kavruk tadı diline yayıldı.
Ardından hamurun hafif tuzlu ve inanılmaz lezzetli dokusu, onun ağzını okşadı.
Gözlerinde istemsizce bir çift gözyaşı belirdi.
Simidi büyük bir hazla çiğnedi.
Ve gözyaşları, yanaklarından aşağı süzüldü.
Bunlar mutluluk gözyaşlarıydı!
“Olağanüstü…” diye mırıldandı.
Çenesindeki kaslar çalışırken, yüzünde tarifsiz bir memnuniyet belirdi.
Hayatında daha önce pek çok yiyecek tatmıştı. Parası yettiğince canavar eti bile yemişti.
Ama bu simit?
Bu basit görünen yuvarlak şey?
Hayır…
Bu, bambaşkaydı.
Bir lokma daha aldı.
Bu kez hamurun iç kısmına daha çok dikkat etti.
Dışı çıtır, içi ise neredeyse bulut gibi yumuşaktı.
(“Çıtırlığın ve yumuşaklığın enfes uyumu…”)
Bir yudum çay almadan önce, elindeki simidi masaya koydu.
Bardağa baktı.
Bir an tereddüt etti.
Bu çayın ne olduğunu bilmiyordu.
Ayrıca yanındaki iki küp, bu olayı daha da karmaşıklaştırıyordu.
Ama…
Kokusu o kadar güzeldi ki, daha fazla dayanamadı.
Bardağı kaldırıp ilk yudumu aldı.
Sıcak sıvı, diline ve damağına yayıldı.
Ve bir an gözlerini kapattı.
Bu, bambaşka bir deneyimdi.
O kadar zengin, o kadar güçlü bir tat ki…
Bir an, hayatı boyunca unutamadığı o enfes birayla karşılaştırdı.
Evet…
O bira şişelerde yıllanmıştı.
Ama bu çay?
Bu basit çay?
O enfes biradan hiç geri kalmıyordu!
“Hm?” Büyük bir şaşkınlıkla, sanki bir mucizeye tanıklık ediyormuş gibi önündeki simitlere ve çaya baktı.
(“Kıçımın ağrısı gitmiş!”)
Yüzüne büyük bir heyecan yayıldı ama hemen bastırdı.
(“SİKTİR, xiulian temelim sağlamlaşıyor! Normalde bunun için günlerce, hatta belki haftalarca uğraşmam gerekirdi! Ama bu basit yiyecekler… Simya haplarıyla kıyaslanabilir!”)
Yazar notu: Kültivatörler, xiulian uygulamalarında küçük ya da büyük alem atladıklarında temellerini sağlamlaştırmalıydı. Bu, bir nevi fırından yeni çıkan bir yiyeceğin soğumaya bırakılmasına benziyordu.
Jin Kai’ye hayranlık dolu bir bakış attı.
(“Bunlar kesinlikle parasını hak ediyor! Hayır, bunlar 13 Qi taşından bile daha değerli! Hem mükemmel bir lezzet hem de simya hapı etkisi!”)
Ayağa kalktı, cesaretini topladı ve hayranlık dolu bir ifadeyle Jin Kai’ye seslendi.
“Efendim-“
Onun ayağa kalktığını gören Jin Kai biraz heyecanlandı ve sözünü kesti.
“Bir bardak daha mı çay istiyorsun?”
Lin Feng’in yüzündeki hayranlık donup kaldı. Kendini zorlayarak gülümsedi.
“Hayır. Ben-“
Jin Kai’nin gülümsemesi hafifçe soldu.
“Simit mi istiyorsun?”
Lin Feng’in alnında terler belirdi.
“Hayır-“
Jin Kai’nin gülümsemesi neredeyse tamamen yok oldu ama hâlâ umudunu koruyordu.
“Enfes soğuk ayranımı mı denemek istiyorsun?”
Lin Feng’in kalp atışları dakikada 300’e fırladı.
“Hayır-“
Bu sefer Jin Kai’nin gülümsemesi tamamen silindi, yerini kuşku dolu bir ifadeye bıraktı.
“Simitte ya da çayda bir problem mi var?”
Lin Feng, hayatında hiç olmadığı kadar aptal bir ifadeyle Jin Kai’ye baktı. Zihni hızla çalışırken sadece bir kelime mırıldanabildi.
“Hayır-“
Fakat sabrını tamamen kaybeden Jin Kai onun sözünü bir kez daha böldü.
“HAA?! O zaman ne sikime beni rahatsız ediyorsun?!”
Ardından bir kez daha heyecanla kapıya dönerek müşteri beklemeye koyuldu.
Lin Feng emin değildi ama bir kez daha horozun kendisine küçümser bir bakış attığını gördü. Hatta bu sefer ona gülüyor gibiydi. Üstelik bu sefer kukla da sanki horoza katılmıştı!
Yanağı kızaran Lin Feng utanç içinde sandalyesine oturdu, bir parça daha simit yerken mırıldandı. “Sadece yüce isminizi öğrenmek istemiştim…”
Fakat bu sefer hiç beklemediği mucizevi bir şey gerçekleşti.
Jin Kai, tavrını bozmadan, Lin Feng’in mırıltısını duymuşçasına yanıtladı.
“Benim adım Jin Kai. Bana Patron Jin diyebilirsin. Seni döven kuklanın adı Picockyo. Horozun adı ise Zamazingo. Onları isimleriyle çağırabilirsin.”
Lin Feng, Zamazingo ve Picockyo’ya garip bir bakış attı.
(“Bir horoz ve kuklaya neden isim vermiş ki? Daha da önemlisi, neden onları çağırabileceğimi söyledi? Bir horoz beni nasıl anlayabilir? Ayrıca… bu kuklayı kendisi kontrol etmiyor mu?!”)
Jin Kai’ye kafa karışıklığı içinde baktı.
(“Gizli uzmanlar gerçekten de eksantrik oluyormuş…”)
Sonra hafifçe gülümsedi ve başını salladı.
“Sorumu cevapladığınız için teşekkür ederim, Patron Jin.”
Elini simide götürdü, tam ağzına atacakken küçük bir tereddütle ekledi: “Gözetiminiz altında olacağım, Büyük Usta Picockyo, Büyük Usta Zamazingo.”
(‘Siktir, gizli uzmanlarla uğraşmak gerçekten zor. Ne söylemem gerektiğini kestiremiyorum…’)
Lin Feng emin değildi ama ‘Büyük Usta’ diye hitap edilen kukla ve horozun hafifçe gururlandığını hissetti.
Kafasını çaresizce salladı, içinden gülerek elini çaya götürdü.
Tam yudumlayacakken iki küp şeker dikkatini çekti.
Bunların ne olduğunu bilmiyordu ama bardağın yanında servis edildiğine ve yanında bir de kaşık olduğuna göre çaya atılması gereken bir şey olmalıydı. Bu yüzden Jin Kai’ye gizli bir bakış attı ve onun kendisine bakmadığından emin oldu. Karşısında ilk defa şehre inen bir köylü görünmek istemiyordu.
Bu sebeple bir tane küp şeker aldı, başını eğerek gizlice küçük bir parça koparıp ağzına attı. Tatlılık hemen diline yayıldı.
(“Demek şeker... Siktir, çok tatlı! Ama Patron Jin bunu koyduğuna göre bir bildiği vardır…”)
Çay altlığındaki küp şekeri ve elindeki eksik küpü çayın içine bıraktı. Şeker erirken metal kaşığı aldı ve bardağın içinde yavaşça döndürdü. Çay ve şeker birleşirken bardaktan çıkan ses hafif, ama insanın içini rahatlatan bir tını gibiydi.
Bir yudum aldı.
(“Siktir, çok tatlı!”)
Yüzünü ekşiterek içinden sövdü. Az önce çaydan aldığı haz tamamen yok olmuştu.
(“Ama hepsini içmem lazım. Patron Jin şekeri koyduğuna göre bir bildiği vardır. Yoksa neden çayın yanına şeker koysun ki?”)
Kendini böyle teselli etti ve masadaki simitlerden birine yeniden uzandı. Bir ısırık aldı.
Şekerden kaynaklanan tatlılık, simidin lezzetini de bozmuştu.
Gözlerinde keder dolu bir ifadeyle bir kez daha içinden mırıldandı: (“Patron Jin’in bir bildiği vardır…”)
Tam o sırada Jin Kai, Lin Feng’e döndü ve az önce büyük bir hazla simit ve çay tüketen adamın aniden büyük bir sıkıntıyla bunları yemeye çalıştığını fark etti.
Kafası karışmış bir şekilde sordu:
“Hey, az önce büyük bir keyifle yiyordun, şimdi neden zorla yiyormuşsun gibi görünüyorsun?”
Lin Feng’in kalbi bu ani soru karşısında tekledi.
(“Siktir, ne zamandır bana bakıyor?!”)
Hızla kendini toparladı ve hiçbir şey olmamış gibi cevapladı:
“Zorla yemek mi? Bu enfes lezzetleri neden zorla yiyeyim ki? Çok lezzetliler!”
Hatta bunu kanıtlamak istercesine gülümseyerek bir yudum çay içti.
Fakat gözkapaklarının ve dudaklarının seğirmesi, bu gülümsemenin ne kadar sahte olduğunu haykırıyordu.
Jin Kai kaşlarını çattı: “Hey, bana yalan söyleyenlerden hoşlanmam! Ne olduğunu söyle!”
Lin Feng acı içinde ona baktı. Cesaretini toplayarak,
“Şey… İlk başta çayı şekersiz içmiştim ve her şey güzeldi ama şeker ekleyince ağzımın tadı bozuldu,” diye cevapladı.
Jin Kai’nin kaşları kalktı.
“Şekerli sevmiyorsan o zaman neden şeker ekledin?”
Lin Feng boynunu büktü, masaya bakarak cevapladı: “Patron Jin, çayın yanına şeker koymuşsa çay şekerli içilir demektir.”
Jin Kai bu cevap karşısında kısa bir süre donup kaldı. Sonra ona, bir aptala bakar gibi baktı.
“Eğer çayın şekerli içilmesi gerektiğini düşünseydim, neden şekeri çayın yanına koyayım ki? Direkt içine katıp servis ederdim.”
Lin Feng kafasını kaldırıp Jin Kai’ye baktı. Ve... onun gerçekten kendisine aptala bakar gibi baktığını gördü.
Bu nasıl bir yüz ifadesiydi böyle?!
Bu nasıl aptalca bir yüz ifadesiydi böyle!!
Hemen ardından Zamazingo ve Picockyo’ya baktı. Ve onların da aynı yüz ifadesiyle kendisine baktığını fark etti.
Hiçbir şey olmamış gibi yüzüne kocaman bir gülümseme yerleştirdi, tek dikişte çayın tamamını içti. Sonra tüm simitleri ağzına sıkıştırdı ve “YDADS LDLS SLSDPSSL” (Yemek için teşekkürler) diyerek dışarı çıktı.
Kapıdan çıkmadan önce, horozun ve kuklanın ona güldüğüne yemin edebilirdi…