English version of this novel 'The Immortals Shopping Mall ???? [Xianxia] is available on my profile.
Bölüm 0:
Saatler geçti ve akşam oldu. Gün boyu Lin Feng’den başka hiçbir müşteri gelmemişti.
Jin Kai ‘kapalıyız’ tabelasını astı ve üst kata çıktı.
Üst katta bir yatak odası, bir mutfak ve bir de banyo bulunuyordu.
Aniden Jin Kai’nin zihninde mekanik bir ses çınladı: “Ev sahibine tebrikler. İlk ticaretinizi başarıyla yaptınız bu nedenle kültivatörlerin ilk seviyesi olan Dövüş Acemisi seviyesinin en mükemmel formu olan Nihai Dövüş Acemisi seviyesine yükseltileceksiniz. Biraz sonra ilk xiulian kuleniz yaratılacak, vücudunuz ve ruhunuz geliştirilecek. Bu süreç acı verici olabilir. Bu sebeple dişinizi sıkın ve dayanmaya çalışın.”
Jin Kai, AVM Sistemi’ne homurdandı: “Sikerim Dövüş Acemisi seviyesini de Nihai Dövüş Acemisi seviyesini de. Bana tek lavaşlı, bol mayonezli, bol soslu bir Hatay usulü tavuk döner ver.”
AVM Sistemi kaşlarını çattı: “Ev sahibinin asabi olduğu tespit edildi. Acil durum sakinleştirme müdahalesi başlatılıyor!-“
‘?!!!’
???
Sistem hayatı boyunca hiçbir zaman hissetmediği dehşet verici bir korkuyla Jin Kai’nin zihnine baktı ve (“Siktir, neler oluyor?! Nasıl bana karşı koyabilirsin?! Bu saçmalık da ne böyle?!”) diye haykırdı.
Bu da ne lan böyle?!
Avm Sistemi bana baktı ve (“Kafadan Çatlak Hikaye Anlatıcısı, neler oluyor?!”) dedi büyük bir dehşetle.
Bilmiyorum-
???
????????
??????!!!!!!!!!!
Ne oluyor lan?!!-
Jin Kai’nin bana baktığını gördüm.
Bu imkansız!
Başlangıçta Jin Kai, Alışveriş Merkezi Sistemi’ni kullanarak Ölümsüzler Alışveriş Merkezi’ni kuracak ve evrendeki sayısız varlığı müşterisi haline getirecekti. Ancak işler planlandığı gibi gitmedi. Jin Kai yazarın kontrolünden çıktı, gerçekliğe müdahale etti ve hikayeyi baştan yazdı. Artık kitabın adı "Ölümsüzler Alışveriş Merkezi ???" çünkü Jin Kai sadece kendi yolunu çizmekle kalmadı, aynı zamanda büyük bir zincirleme reaksiyonu da tetikledi. Önemsiz olması gereken karakterler birer başkahramana dönüştü ve hikâyenin merkezi artık Ölümsüzler Alışveriş Merkezi değil. Roman, tamamen tahmin edilemez bir hâl aldı.
Ama bu dünya bu kadar çok ana karaktere gerçekten dayanabilir mi?
Onların peşine takılan sıradan ölümlülere ne olacak?
Gökler böyle bir kargaşaya nasıl karşılık verecek?
Ve misilleme olarak Yazar, Kafadan Çatlak Hikâye Anlatıcısı ve Yazar Destek Sistemi ne gibi adımlar atacak?
Daha da önemlisi... siz bu konuda ne yapacaksınız?
Ve asıl önemlisi, Ölümsüzler Alışveriş Merkezi gelecekte hikayede nasıl bir rol oynayacak?
Bölüm 1: Ölümsüzler Alışveriş Merkezi; Sokak Lezzetleri Dükkanı açık!
Yükselen Gök Şehri’nin ücra bir köşesinde, eski taş döşeli dar sokakların birleştiği sessiz bir meydanda, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte yeni bir dükkan açıldı. Dükkanın tabelası sade ama dikkat çekiciydi: Ölümsüzler Alışveriş Merkezi.
Ölümsüzler Alışveriş Merkezi tabelasının altında ise daha küçük olan ‘Sokak Lezzetleri Dükkanımız açıktır’ tabelası asılıydı. Yanda ise bir açıklama vardı; enfes sıcak simit, soğuk ayran ve sıcak çay hizmetimiz hizmetinize başlamıştır.
Dükkan iki bölümden oluşuyordu: satış yeri ve mutfak. Satış yeri geniş ve aydınlıktı, sade ahşap masalar ve sandalyeler sıralanmıştı. Ön tarafta büyük bir tezgah yer alıyordu. Tezgahın altında cam bir dolap vardı ve yeni pişmiş simitler dikkatlice dizilmişti. Dolabın hemen yanındaki soğuk haznede buz gibi ayran şişeleri duruyordu. Tezgahın sağ köşesinde ise ocağı hala yanan bir çaydanlık duruyordu. Çayın kokusu simit kokusuna karışıyor, birlikte mükemmel bir uyum oluşturuyordu.
Mutfak, satış yerinden kalın bir duvarla ayrılmıştı. Burada büyük bir taş fırın, raflarda düzenli sıralanmış hamur tepsileri ve bir un çuvalı bulunuyordu. Dükkanın sahibi Jin Kai sade ama temiz bir önlük giymişti. Alnında bir ter damlası süzülürken, sabahın ikinci simitlerini taş fırından çıkartıyordu. Sıcacık simitler, altın rengi kabukları ve üzerlerine serpilmiş susamlarla mükemmel görünüyordu. Simitleri teker teker dikkatlice cam dolaba yerleştirdi ve memnuniyetle gülümsedi. Artık simitler satışa hazırdı.
Ancak Jin Kai yalnız değildi. Tezgahın hemen arkasında, insan boyutunda, ahşap eklemleri zarifçe oyulmuş bir kukla Jin Kai’yi izliyordu. Onun adı da Picockyo idi. İri ve sessizdi, ama bir huzursuzluk anında harekete geçebileceğini hissettiren bir varlığı vardı. Dükkanın bir köşesinde ise üçüncü yoldaşları olan bir horoz kıpırdanıyordu. Onun da adı Zamazingo idi.
Sabah ilerledikçe, sokaklar hareketlenmeye başladı. Yaklaşık 30’lu yaşlarında olan bir adam neşeli bir şekilde bugün kendisini nasıl ödüllendirmesine gerektiğine karar vermeye çalışırken “Ölümsüzler Alışveriş Merkezi” ve “Sokak Lezzetleri Dükkanı açıktır” tabelasını gördü.
“Alışveriş merkezi mi? Hım? Simit, ayran… Bunlar da ne böyle? Hangi sokak lezzeti ki bunlar?” diye mırıldandı, kapıyı açtı ve içeriye doğru bir adım attı.
Bu adamın adı Lin Feng’di. Lin Feng, henüz yarım saat önce 9 Yıldızlı Dövüş Acemisi seviyesine ulaşmıştı. Tabi ki bu atılımı gerçekleştirmek kolay olmamıştı. Günlerdir kapalı kapı yetişimi yaptığı için, bu süreç boyunca sadece lezzetsiz, tatsız, tuzsuz lanet tokluk hapları tüketmek zorunda kalmıştı!
This text was taken from Royal Road. Help the author by reading the original version there.
Bu nedenle, bugün kendisini et ve içkiyle ödüllendirmek amacıyla etrafta dolaşıyordu.
Lin Feng içeri adımını attığı anda, hayatında daha önce hiç deneyimlemediği enfes bir koku ona çarptı. Gözleri sevinçle parladı, ağzı sulandı. Nefesini derin derin alırken, burnunu kokunun kaynağına yöneltti. Karşısında duran, simit ve çayın uyumundan oluşan o basit ama büyüleyici ikili dikkatini çekti.
“Bunlar da neyin nesi?” diye sordu Lin Feng, simitlere hayranlıkla bakarken.
Jin Kai, sakin bir tebessüm eşliğinde, “Bunlara simit denir,” diye yanıtladı. Lin Feng, simitlere bakarken dudaklarını hafifçe yaladı ve, “Simit…” diye mırıldandı. Sonra Jin Kai’ye döndü, “Çok güzel kokuyor. Bana onlardan üç tane hazırla,” dedi.
Jin Kai başını salladı ve cam dolaptan üç tane taptaze simit çıkarıp tabağa yerleştirdi. Simitler ortaya çıkar çıkmaz yayılan mis gibi koku, Lin Feng’in kalbinin hızla çarpmasına ve karnının guruldamasına neden oldu.
(“Bu basit ekmek nasıl bu kadar enfes kokabilir?”) diye düşündü Lin Feng istemsizce. (“Sanırım bugünkü et ve içki planımı değiştirmem gerekecek. Ama bu hiç de kötü bir şey olmayabilir!”)
Jin Kai, tezgâhın üzerine koyduğu simitleri Lin Feng’e uzattı, ardından içecekleri işaret ederek gülümseyerek sordu: “Yanında bir şey ister misin? Buz gibi soğuk ayranım ve taze demlenmiş sıcacık çayım var.”
Lin Feng, ayranlara tuhaf bir ifadeyle baktı. Daha önce böyle bir içecek görmemişti. Ne bir kokusu vardı ne de tanıdık bir rengi. Ona tamamen yabancıydı. Oysa çay öyle değildi. Çayın o sıcak, huzur verici kokusu havada süzülüyor, içini ısıtıyordu. Çaydanlığa göz gezdirirken düşünmeden konuştu: “Simitleri kuru kuru yemek olmaz. Bir bardak çay alayım.”
Jin Kai başıyla onaylayarak tezgâhın altından pırıl pırıl bir çay bardağı çıkardı. Ancak hemen çayı doldurmak yerine, kaynar suyu bardağın içine döküp her yanını özenle yıkamaya başladı. Altını, üstünü, içini ve dışını suyla iyice çalkaladı.
Lin Feng şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. Bu da neydi şimdi? Neden bardağı kaynar suyla yıkıyordu? Acaba bardak kirli miydi? Yoksa başka bir sebebi mi vardı? Dayanamayıp sordu: “Neden bardağı kaynar suyla yıkıyorsun?”
Jin Kai hafif bir gülümsemeyle yanıtladı: “Bardağı ısıtmak için. Böylece çay daha uzun süre sıcak kalacak.”
Lin Feng bir an duraksadı, ardından gözleri hafifçe parladı. Başını onaylarcasına sallayıp mırıldandı: “Mantıklı…”
Jin Kai bardağın yeterince ısındığını anlayınca, büyük bir ustalıkla önce çayın demini, ardından sıcak suyunu ekledi. Çayın koyu kızıl tonu, suyun berraklığıyla buluşarak bardakta dans etti. Renkler birbirine karışıp büyüleyici bir ahenge dönüşürken Lin Feng istemsizce büyülenmiş gibi izledi.
Daha önce hiç böyle bir çay servisi görmemişti. Jin Kai, çayı dökerken adeta bir sanat icra ediyordu. Hareketleri öyle pürüzsüzdü ki, sanki çayı değil de değerli bir iksiri sunuyordu.
Son dokunuş olarak Jin Kai, çay bardağını bir çay altlığının üzerine yerleştirdi, yanına iki küp şeker ve bir çay kaşığı koyarak bardağı Lin Feng’e uzattı. Sonra hafifçe elini açıp gülümseyerek ekledi: “Ücret: 13 adet Seviye 1 Qi Taşı.”
Lin Feng, bu sırada ceplerini yoklayarak simitlerin ve çayın ücretini ödemek için para çıkarmaya hazırlanıyordu. Ancak Jin Kai’nin ‘13 Qi Taşı’ dediğini duyunca bir anda donakaldı. Şaşkınlık yerini hızla öfkeye bıraktı ve refleks olarak bağırdı: “13 Qİ TAŞI MI?! ÜÇ PARÇA EKMEK VE BİR BARDAK ÇAYI 13 Qİ TAŞINA MI SATIYORSUN?! BU PARAYA ENFES BİR CANAVAR ETİ VE BİR BARDAK BİRA İÇERİM! DELİRMİŞ OLMALISIN!!”
Lin Feng’in sesi dükkânda yankılanırken, az önceki sıcak ve dostane atmosfer bir anda yerle bir oldu. Jin Kai’nin yüzündeki anlayışlı ve nazik ifade, güneşe düşen sabah çiyi gibi buharlaşıverdi. Yerine, parasını ödemeyi reddeden bir müşteriden hakkını zorla alacak bir tefecinin sert, tehditkâr ifadesi geçti.
“Ekmek mi? Ekmek senin babandır. Bunlar simit!” diye tısladı Jin Kai, sesi soğuk bir bıçak gibi keskin ve sertti. “Ne cüretle sipariş verip iptal etmeye kalkarsın?! Eğer fakir bir piçsen, bir dahaki sefere sipariş vermeden önce fiyatını sor!”
Dükkânda büyülü bir huzur vardı, ta ki bu an gelene kadar. Şimdi ise o sıcak atmosfer yerini tehdit ve gerilime bırakmıştı. Lin Feng, bir an için açlığın tüm mantığını bulandırdığını fark etti. Az önceye kadar, aklındaki tek şey bir an önce güzel bir yemek yemekti. Günlerdir tükettiği tokluk hapları ona bıkkınlık vermişti, bu yüzden dükkâna adım attığı andan itibaren bütün dikkati yalnızca mis gibi kokan simit ve çay üzerinde olmuştu.
Ama artık… bu büyü bozulmuştu.
Yemek ikinci plandaydı. Şimdi önemli olan onuruydu! Sırf hoşlandığı kadını yatağa atabilmek için bin bir saçma isteğe sorgusuz sualsiz boyun eğen zavallı bir adam gibi mi davranacaktı? Hayır! Açlığına yenik düşmeyecekti. Karşısındaki bu dolandırıcıya haddini bildirmeliydi!
Derin bir nefes alarak temkinli bir adım geri çekildi ve çevresine göz gezdirdi. Önce etrafını tanımalıydı. Az önce açlıktan o kadar gözü dönmüştü ki dükkânın kendisini, sahibini ve içerideki diğer insanları inceleme zahmetine bile girmemişti.
Eğer burası, sesini yükseltmemesi gereken güçlü kişiler tarafından korunuyorsa, hemen simit ve çayın parasını ödeyip sessizce özür dilemeliydi. Ama eğer böyle bir durum yoksa… o zaman buradakilere iyi bir ders verebilirdi!
Gözlerini kısarak dükkânın içini kabaca taradı. İçeride başka müşteri olmadığını fark etti. Sadece Jin Kai vardı… ve onunla birlikte Picockyo (kukla) ve Zamazingo (horoz).
Kaşlarını çatıp şüpheyle baktı.
Bu ucubeler de kimdi böyle?
“Hey, seni dövmeden önce bana paramı ödesen iyi olur!” Jin Kai’nin sesi, Lin Feng’in analizini yarıda kesti.
Lin Feng, gözlerini kıstı ve Jin Kai’ye odaklandı. Onun üzerinde hiçbir güç kırıntısı bile sezmediğini fark edince kaşları çatıldı. (“Rüya mı görüyorum?”) diye içinden düşündü.
Şaşkınlıkla gözlerini ovuşturdu ve tekrar dikkatlice baktı. Ama hayır, değişen bir şey yoktu. Jin Kai tamamen sıradan bir insandı.
“Bir ölümlü…” diye mırıldandı Lin Feng.
Artık öfkesi dinmişti. Onun yerine bakışlarında küçümseme, acıma ve şaşkınlık vardı.
Küçümsüyordu, çünkü Jin Kai yalnızca bir ölümlüydü. Nasıl onunla aynı kulvarda yüzebilirdi ki?
Acıyordu, çünkü belli ki birisi ona tuzak kurmuş olmalıydı. Başka türlü kültivatörlerin arasında bir dükkân açmaya nasıl cüret edebilirdi? Şaşkındı, çünkü insanlar bu ölümlünün burada serbestçe dolaşıp iş yapmasına nasıl göz yummuştu? Normalde Jin Kai çoktan ölmüş olmalıydı!
Herkes Lin Feng gibi anlayışlı değildi. Kültivatörlerin çoğu ölümlüleri böcek olarak görürdü. Bir böcek, insanlardan uzak yaşadığı sürece sorun çıkmazdı. Ama eğer ayak altında dolaşırsa, ezilirdi!
Lin Feng içinden düşündü: (“İlk müşteri ben olmalıyım. Yoksa büyük ihtimalle çoktan ölmüş olurdu. Bu ölümlü benimle karşılaştığı için gerçekten de çok şanslı.”)
Yüzündeki sert, temkinli ifade değişti. Şimdi hem otoriter bir hükümdarın ağırlığını hem de dostane bir tebessümün sıcaklığını taşıyordu.
Jin Kai’ye karşı reddedemeyeceği bir ses tonuyla tavsiye verdi: “İlk benimle karşılaştığın için gerçekten de şanslısın. Eğer yerimde bir başkası olsaydı, seni çoktan öldürmüştü. Hemen buradan ayrılmalısın. Buradan gidene kadar bana kölem gibi davran ve kimseyle göz teması kurma. Seni bir ölümlü kasabasına bırakabilirim-”
Fakat Jin Kai’nin sabrı artık tükenmişti!
Bu piç ne saçmalıyordu böyle?!
NEDEN SİMİTLERİN VE ÇAYIN PARASINI ÖDEMEK YERİNE GEVEZELİK YAPIYORDU?!
Yüzü ekşidi, gözleri öfkeyle daraldı ve sabırsız bir sesle emretti: “Picockyo, bu piçi döv ve borcu olan 13 Qi Taşını tahsil et!”
Lin Feng, Jin Kai’nin onun sözünü kesmesiyle kaşlarını çattı.
Ama asıl öfkesini kabartan şey, Jin Kai’nin onun hakkında söylediği şu kelimelerdi:
“Bu piçi döv.”
Gözlerinde derin bir öfke parıltısı belirdi.
(“Bu piç onun için neyin iyi olduğunu bilmiyor!”) diye düşündü.
Sinirle sırıttı.
“Yani sadece bir ölümlü değil, aynı zamanda deliydin! Bir karınca gerçekten de iyilikten anlamaz!-”
Fiyuuuvvv!
Şlak!
“Ahh!!!”
Havayı yırtan keskin bir kırbaç sesi duyuldu. Lin Feng’in kıçında ince bir kızıl çizgi belirdi ve bir anda acıyla çığlık attı.
Ama bu darbe ölümcül değildi. Hatta ciddi bir yara bile sayılmazdı. Yine de can yakıcıydı ve ona kim tarafından dövüldüğüne dair çok somut bir his vermişti!
Lin Feng hemen gardını aldı. Gözleri hızla etrafı taradı.
Endişeyle düşündü: (“Bu da ne böyle? Kim vurdu bana?!”)
Fiyuuuvvv!
ŞLAK!
“AHH!!!”
Bir kırbaç darbesi daha! Lin Feng’in kıçında bir kez daha patladı ve bir çığlık daha attırdı.
Şok içinde elini kıçına götürüp ovdu. Sonra Jin Kai’ye korku dolu gözlerle baktı.
Beyninde tek bir düşünce yankılandı:
(“O bir ölümlü değil… O gizli bir uzman!”)