Bölüm 12: En merhametli ırk
Huang Huo, kalabalığı arkasına alarak kibirle emretti: “Junior, hemen kapıyı aç ve büyükbabanı selamla!”
Kalabalıktan çeşitli bağırışlar yükseliyordu.
Bir ses: “Patron Jin aslında korkak bir tavukmuş-“ derken…
Ham!
Başka bir ses düzeltti: “Patron Jin aslında korkak bir turnaymış!”
Yazar Destek Sistemi hala sistemi kimin hacklediğini bulamadınız mı?!
Yazar Destek Sistemi: “Hayır…”
Bir başkası daha seslendi: “Korkak Jin, hemen kapıyı aç ve Saygıdeğer Üstat Huang Huo karşısında diz çöküp af dile! Ancak bu şekilde yaşama şansına sahip olabilirsin!”
Bir diğer kişi ise alay etti: “Gerçekten de söylentilerdeki gibiymiş! Korkak turnanın teki! Yüzünü göstermeye bile cesaret edemiyor!”
Kalabalık Huang Huo’nun kıçını öpmeye devam ettikçe Huang Üçlüsü iyice kibirleniyordu. Buna Huang Fu’da dahildi. Sonuçta onlar her ne kadar Huang soyadına sahip olsalar da aslında Huang Klanı’nın yan kolunda doğmuşlardı. Her ne kadar dışarıda oldukça saygı görseler de klan toprakları içinde ana soydan kişilerden gördükleri saygı bir köpeğin gördüğü saygıyla eşdeğerdi. Hatta eğer bu köpek bizzat ana soydan birisinin köpeğiyse Huang De’den daha fazla saygı bile görebilirdi. Ana kol ile yan kol farkı basit gibi görünebilirdi ama aslında bu fark yerle gök kadar büyüktü.
Tüm kaynaklar ana soya aitti. Yan koldakiler, kendilerine verilenle yetinmek zorundaydı. Daha fazlasını talep edemezlerdi. Fakat bunun nedeni yan kolda doğmaları değil, güçsüz olmalarıydı.
Peki, neden güçsüzlerdi? Yan kolda doğanlar yeteneksiz, ana kolda doğanlar ise yetenekli mi doğuyordu?
Elbette hayır. Yan kolda doğup çok yetenekli olanlar da vardı. Ama yetenek her şey demek değildi.
Yetenek, ancak doğru zamanda, doğru yerde, doğru ailede ve doğru koşullarda doğan kişilerde değer kazanıyordu.
Eğer bir kız olarak doğarsanız yeteneğinizin pek bir önemi kalmazdı. Sadece olağanüstü koşullarda yeteneğinizden ötürü değer görürdünüz. Diğer tüm zamanlarda sadece aileleri birbirine bağlayan bir kurdele olarak görülürdünüz. Bu kadınların yaşadığı acı verici bir gerçekti. Siyasi evlilik, çoğu zaman kadınların korkunç bir kaderiydi.
Bu durumda tek yapabileceğiniz, gelecekteki kocanızın iyi birisi çıkması için Gökler'e dua etmekti.
Bir düşünün: Sizi yalnızca bir keyif malzemesi ve çocuk doğurmak için kullanılan biri olarak gören yeteneksiz bir adamla evlenmek... Bu durumda ‘yetenekli’ bir kadın olmanız sizin için bir lütuf değil, lanet olurdu.
Bu sebeple kadınların kafasında sürekli benzer sorular dolanırdı:
Kocam güçlü biri mi olacak yoksa işe yaramaz bir piç mi?
Bana nasıl davranacak?
Ya erkek çocuk doğuramazsam? Bu durumda bana ne yapar=
Ya güzelliğimi kaybedersem? Beni ömür boyu bir odaya kitler mi?
Ya çocuklarım yeteneksiz doğarsa? Yerime başkasını mı alır?
Bu tür sorunlar basit gibi görünse de kadınların hayatları boyunca acı çekmelerine ve aşağılanmalarına neden olabiliyordu.
Bir düşünün: Korkunç bir adamla evlenmek zorunda bırakılmışsınız. Bu iğrenç varlıkla aynı yatağı paylaşıp onun sizi yaşayan bir cinsel araç gibi kullanmasına izin vermek zorundasınız. Çünkü güçsüzsünüz. Çünkü bir kadınsınız.
Ve bu kâbus yetmezmiş gibi aylarca onun çocuğunu taşıyacaksınız. Aynada kendinize her baktığınızda o korkunç geceleri hatırlayacaksınız. Doğurduğunuz çocuğa baktığınızda da...
Eğer çocuğunuz erkekse bu iyi haber sayılırdı. Ama kız olursa ciddi sorunlarla karşı karşıya kalacaktınız.
The narrative has been taken without authorization; if you see it on Amazon, report the incident.
Eğer erkek çocuğunuz yetenekliyse şanslıydınız. Ama yeteneksizse işler yine kötüye gidecekti.
“Neden böyle oldu? Ne günah işledim?” diye her gece ağlayacak ve düşünecektiniz. Sayısız kez intiharı düşünecektiniz ama bir çocuğunuz olunca onu terk etmek istemeyecektiniz. Ayrıca, sizi bu evliliğe hazırlayan ailenize ihanet etmek istemeyecektiniz. Her ne kadar onlardan nefret etseniz de...
Çünkü anneniz de bu acıları yaşamıştı. Neneniz de. Onun annesi de...
Bu hayata, kendinizi feda etmek üzere doğduğunuzu bilecektiniz. Çünkü size öğretilen tek şey buydu…
Peki siz neden güçsüzsünüz?
Neden bu lanet kadere karşı koyamıyorsunuz?
Çünkü bir kadınsınız.
Bir kadın olmak suç mu?
Elbette değil; suç olan, güçsüz olmanız.
Ve bu güçsüzlüğünüzün nedeni yalnızca kız olarak doğmuş olmanız...
En başından beri bir çeyiz hediyesi gibi büyütüldünüz. Size klanın ayakta kalmasını sağlayan hiçbir dövüş sanatı tekniği öğretilmedi. Çünkü evlenince klanı terk edeceğiniz varsayılıyordu. Eğer size gizli teknikler öğretilseydi, bunlar evlilikle birlikte düşman klana gitmiş sayılmaz mıydı?
Ama bu nasıl bir mantıktı?
Evlilik yoluyla bağ kurulmuyor muydu? Neden onlar düşmanınız olacaktı ki?
Ne büyük bir şaka ama!
Bu evlilikler aslında siyasi bir oyundu. Görünürde dostluk olsa da gerçekte düşman klanlarla bağı güçlendirip ileride onları torunlar yoluyla yutma çabasından ibaretti.
Şimdi hayal edin: Güzel ve sıradan bir ölümlüsünüz.
HİÇBİR ARKA PLANINIZ YOK!
SİZE NE YAPACAKLAR?
SİZİ KİM KORUYACAK?!
Daha kötüsü, doğuştan büyük bir yeteneğe ve göz alıcı bir güzelliğe sahip olduğunuzu düşünün!
İşte çoğu kadının yaşadığı acı verici kader böyleydi.
Bu kısır döngü, nesiller boyu tekrar eden bir zincirdi.
Kadınlar, evlilikle başka klanlara gönderilecekleri için asla yetişim kaynaklarına erişemezdi. Kaynaklardan yoksun oldukları ve kaliteli dövüş sanatları öğrenemedikleri için güçsüz kalırlardı. Güçsüz olduklarından, kaderlerine karşı koymaları mümkün olmazdı. Sonra bir kız çocuk dünyaya getirirlerdi ve o da aynı döngüyü yaşamak zorunda kalırdı.
Bu durum aslında klanın yan kolu ile ana kolu arasındaki ilişkiye benziyordu.
Ana kol üyeleri başlangıçta tüm kaynaklara sahipti. Bu sayede çocuklarını güçlendirecek her türlü imkâna erişebiliyorlardı. Zamanla bu fark daha da belirginleşirdi.
Ana koldakiler on birim güçle yetişirken, kaynak eksikliği nedeniyle yan koldakiler ancak iki birim güçle yetinmek zorundaydı. Yan kolda doğanlar, yetenekli ya da yeteneksiz fark etmeksizin kaynak yetersizliğinden ana koldakilere asla yetişemezdi.
Güçsüzlükleri nedeniyle klanın kararlarında hiçbir zaman söz sahibi olamazlardı.
Sonra onların çocukları doğar ve aynı döngü devam ederdi...
Bu size tanıdık geliyor mu?
Aslında her dünyada bu böyleydi.
Zenginler zenginliklerini artırırken, işçiler ve köleler hayatta kalmalarına yetecek kadar kaynakla yetinmek zorundaydı.
Ne yeterli paraya ne de boş zamana sahiplerdi.
Çünkü eğer boş zamanları ya da özgürce harcayacak paraları olsaydı, belki bu döngüyü kırmak için fırsat yaratabilir ve bir araya gelebilirlerdi.
Konu nereye geldi yine amına koyayım.
Hay böyle işin anasını sikeyim.
Adamda kafa mı bıraktılar…
Hah, hatırladım.
Rastgele birisi bağırdı: “Turna Jin gerçekten de söylentilerdeki gibi korkak turnanın tekiymiş! Yüzünü göstermeye bile cesaret edemiyor!”
Tam bu konuşmaların arasında bilinmeyen gür bir ses yükseldi: “Belki de cesaret edemediğinden değil, Huang klanını siklemediğindendir?”
Yazar öfkeyle bağırdı ve tedirgin olmama neden oldu: LAN BU PİÇ DE KİM BÖYLE?! Yazar Destek Sistemi, şu konuşan piçi bulmadınız mı hala?!”
(Başım belaya girecek, sıralamam düşecek!!)
Yazar Destek Sistemi sinirli ve acınası bir şekilde dişlerini sıktı, ardından ağzından isteksizce şu kelimeler döküldü: “Hayır…”
Yazar öfkeyle bana baktı ve küfretti: “Seni piç Kafadan Çatlak Hikaye Anlatıcısı! Bana düzgün bir hikayen olduğunu söyledin ama daha kendi hikayeni bile kontrol edemiyorsun! Eğer bu durumu çözemezsen seni Hikaye Anlatıcıları Birliğine şikayet edeceğim!!!
Öfke ve korkuyla dolu bir çığlık attım: HAYIR!!!!!
(SİKTİR, SİKTİR, SİKTİR! NEDEN?! NEDEN BÖYLE OLDU! GERÇEK BİR HİKAYE ANLATICISI OLMAYA HAK KAZANMIŞKEN NEDEN İLK HİKAYEMDE BUNLAR YAŞANIYOR?!!!! ÖĞRETİCİ KISMINDA KİMSE BANA BUNDAN BAHSETMEMİŞTİ!!! BURADA ASIL MAĞDUR OLAN BENİM!!!)
…
Huang Huo, gözlerini tehditkâr bir şekilde kısarak kalabalığı hızla taradı. Az önce alay eden kişiyi bulur bulmaz yakalayıp herkesin önünde derisini yüzmeye yeminliydi. Ancak onun bu tehditkâr bakışlarını gören kalabalık dehşete kapılmıştı. Kimse göz teması kurmaya cesaret edemiyor, başlarını öne eğip kendi ayaklarına bakıyordu.
Huang Huo çevreyi dikkatle incelemeyi sürdürdü ama alay eden o kişiyi bulmayı başaramadı. Yüzü eski kibirli ifadesine geri döndü. Gözlerini Ölümsüzler Alışveriş Merkezi’nin kapısına dikerek sert bir tonla bağırdı: “Junior, kapıyı açıp büyükbabanı selamlamanı söyledim!”
Ancak yine içeriden hiçbir cevap gelmedi. Jin Kai sanki Huang Huo'yu tamamen görmezden geliyordu.
Bu sessizlik kalabalığın içinde kısık sesli fısıltıları beraberinde getirdi.
“Sanırım Patron Jin gerçekten Huang Klanı’nı umursamıyor,” diye sessizce mırıldandı biri.
Hemen ardından karşıt bir ses yükseldi: “Belki de uyuyordur? Bu dünyada kim Huang Klanı'na karşı gelebilir ki?”
Huang Huo bu dedikoduları duyunca sinirle dişlerini sıktı. (“Bu piçler nasıl benim hakkımda böyle ileri geri konuşabiliyor!”) diye düşündü öfkeyle.
Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Ardından arkasını döndü ve onun hakkında kötü konuşan herkesi zihnine kaydetmeye başladı. (“Sizinle ileride görüşeceğiz... Hepinizle tek tek hesaplaşacağım!”)
Bu listeyi hazırlamasının tek amacı intikam almaktı. Aslında Huang Huo buradaki herkesi öldürebilecek kadar güçlüydü. Hatta bu mümkün olmasa bile birisini öldürmeye kalkıştığında rakiplerinin yapabileceği tek şey kendilerini savunmaktı; karşılık vermezlerdi.
Çünkü Huang Huo’ya saldırmak, doğrudan Huang Klanı’na saldırmak demekti. “Nefsi müdafaa yaptım, o yüzden karşılık verdim!” bahanesinin bu durumda hiçbir anlamı olmazdı. Çünkü adalet sadece iki taraf eşit koşullarda olduğunda tecelli ederdi.
Peki madem işler Huang Huo'nun lehineydi, neden bu zayıf böcekleri öldürmüyordu?
Çünkü Huang Klanı Fazilet Yolu'na mensuptu. Hatırlıyor musunuz? Keyfi olarak insanları öldürmek yalnızca habis kültivatörlerin işiydi ve bu kişiler tüm dünyanın ortak düşmanıydı. (!)
Bu yüzden Huang Huo’nun doğrudan öldürme yetkisi yoktu. Bir bahaneye ihtiyaç duyuyordu... Ya da gölgelerin arasındaki gizli elleri kullanmak zorundaydı.