Miria şehri, zaferin coşkusuyla dolup taşarken, Kara Elflerin geri çekilişi tüm şehri festival havasına sokmuştu. Dük Miriam, halkının tüm gücünü birleştirerek savunmayı zaferle taçlandırmıştı ve şehri dolduran her yüz, o anın coşkusuyla kutlamalar yapıyordu. Ancak bu zaferin derinliklerinde, Kara Elflerin ilk kez yaşadıkları ağır yenilginin gölgesi vardı.
Fenrin ve Liraz, yenilgilerinin sorumluluğunu üstlenmiş, Kara Elf ordusunun komutanları olarak başlarını eğip geri çekilmişlerdi. Aslında, tüm Kara Elfler için savaşlar bir zafer hikayesiydi; ancak bu kez, beklenmedik bir duvarla karşılaşmışlardı. Bu yenilgi, onları ruhsal ve stratejik açıdan sarsmıştı. Kara Elfler için, her zaferde bir gurur kaynağı varken, şimdi bir yenilginin gölgesinde bu gururun yok olması onları daha da sarsıyordu.
Fenrin, çadırında derin bir nefes aldı ve Liraz'a döndü."Bunu kabul etmemiz gerekiyor," dedi, boğazındaki duygusal baskıyı hissederek."Aries bizimle değilken bir şehri ele geçiremeyiz. Bu yenilgi, gücümüzün eksik olduğunu gösteriyor."
Liraz, başını sallayarak yavaşça cevap verdi: "Evet, hepimiz aynı şeyi düşünüyoruz. Onun gücü, hayal bile edemeyeceğimiz kadar büyük. Miria'da tüm gücümüzü harcadık ama Aries'in desteği olmadan savaş sadece bir hayal kırıklığıydı."
Kara Elfler, yıllarca galip geldikleri savaşları ve elde ettikleri zaferleri düşünerek bu yenilgiyi sindirmekte zorluk çekiyorlardı. Bu kadar zaferin ardından, bir kayıp yaşamak, tüm inançlarını test etmişti. Dük Miriam, tüm Miria şehrini korumuş, stratejik zekâsı ve iradesi ile onlara büyük bir ders vermişti.
Kara Elflerin komutanları bir araya geldiğinde, aralarındaki sessizlik, kaybedilen savaşın ağırlığını yansıtıyordu. Fenrin ve Liraz, bu durumu kabullenmek zorundaydılar. Yenilgilerinin ardından, kendi içlerinde yapacakları analiz, gelecekteki zaferleri için kritik olacaktı.
Fenrin, sert bir şekilde masaya vurdu. "Bizim gücümüz yalnızca Aries'in liderliğiyle etkili oldu. Onun arkasında durduğumuzda her zaman kazandık. Ama kendi başımıza, planlarımız, stratejilerimiz yeterli değil. Dük Miriam'ın savunmasına karşı hiç şansımız olmadı. Bizler zayıfız. Yenilgimiz tamamen bundan ibaret."
Liraz derin bir nefes aldı. "Bu yüzden raporumuzu Ariese sunmalıyız. Onun gücünü, stratejik zekasını bir kez daha almalıyız. Bizim, Aries'in gücü olmadan etkili bir ordu olamayacağımızı kabul etmemiz gerekiyor."
Fenrin, başını yavaşça sallayarak, "Evet, ancak unutmayalım, bizim gibi birkaç savaşçı dışında, geri kalanlar eski kölelerden ibaret. Bize bir ordu denmesi sadece bir şakadan ibaret. Bundan sonra ne yapmamız gerektiğini Ariese bildirmeliyiz. Eğer Aries bizim gibi zayıfları yanına alırsa, bu imparatorluğa karşı intikam yolculuğu başarıya ulaşmaz. Kendimizi toparlamamız gerekiyor. Aries için, Lenore için...'' Fenrin, Liraz ve odada ki diğer liderlerde hüzünle başlarını eğdiler.
Bu düşüncelerle, Fenrin ve Liraz, raporlarını Ariese sunmak üzere çadırdan çıktılar.
Zihni hala karmaşık olan Aries, şadırvanının yanında yalnızca birkaç adım ötede, şehrin kalbinden yükselen zaferin ışığına bakarak derin bir şekilde düşündü. Kafasında, her geçen dakika daha da karmaşıklaşan sorular vardı.
Rüyalarında görüp durduğu gizemli elfin sesi onu her gece uyarıyordu: "Gerçek düşman kuzeyde." Bu sözler, onun kafasını sürekli karıştırıyordu. Bu da yetmezmiş gibi bu sözleri ikinci kez duyuyordu. Gençliğinde, imparatorluğun kölelerinden biriyken, kara elflerle aynı kişinin kölesiydiler. Kara elflerin liderlerinden olan Lenore ile ilişkisi ortaya çıkınca, kölesi oldukları soylu onu, tanrılar tarafından lanetlenmiş bir mağaraya attırmıştı. Bir şekilde canavarlar ve çeşitli tehlikelerle dolu o mağarada hayatta kalmayı başarmış ve mağaranın en derin bölgesin de zincirlere vurulmuş gizemli bir kadın bulmuştu. Kadın ona Agares'in Çocuğu demişti ve sözde büyükannesiydi. Buna inanmayı reddediyordu ancak annesi hakkında çok fazla şey bildiği gerçeği Aries'i şüpheye düşürüyordu. Sözde büyükannesi ona Kuzeye, ait olduğu yere gitmesi gerektiğini söylemiş ve garip bir büyü mırıldanmasıyla Aries'in acı çekmesine sebep olmuştu.
Aries acı çekerken kadın ona, ''Soyun uyanmaktan çok uzak ancak kan soyu kademen oldukça yüksek, benden bile yüksek, çocuğum. Reinarch'a git ve soyunu uyandır, işte o zaman Agares'in soyu da seninle yükselecek...'' demekten başka bir bilgi vermemişti. Gerçi buna bilgiden çok emretmek denirdi. Ne demekti bu? Gerçek düşman kimdi? Helios mu? Bulundukları bölgeye göre Helios Kuzey de kalıyordu ancak Gallant'a karşı büyük bir düşmanlık hissetmiyordu. Tüm bu intikam yolculuğu onun için kefaretten başka bir şey değildi. Ailesine, krallığına ve halkına yaşattıkları acıları onların da yaşamalarını istiyordu. Kalbinde intikam arzusu dışında Gallant'a karşı mutlak bir nefret beslemiyordu. Hatta Lenore'nin ölümü olmasaydı, belki bu yola hiç girmezdi bile.
Yoksa Kuzeye git dedikleri yer evi, Renoire'mi kastediyordu? Eski krallığı bir zamanlar kuzeyin mutlak gücüydü sonuçta. 6 yaşındayken krallığından koparılmıştı ve o günden beri 20 sene geçmişti. Bunca zamandır evine hiç gitmemişti. Orada ne olduğunu, evinin ne durumda olduğunu kendi gözleriyle hiç görmedi. Sadece 6 yaşındayken aklında kalan yarım yamalak hatıralar dışında, Renoire'in kaderi hakkındaki duydukları vardı.
Aries, başını ellerinin arasına alarak derin bir iç çekti. Ne kadar düşünürse düşünsün, kuzeyde hangi düşman olduğunu belirleyemiyordu. Rüyasındaki gizemli kadın ve geçmişindeki mahkûm kadının söylediğine göre onun savaşı, yalnızca imparatorluğun yıkılmasıyla ilgili değildi. Kendisi ve izlediği yolun dışında, daha büyük bir tehditle ilgiliydi. Ancak bu tehditin ne veya kim olduğunu bilmiyordu.
"İntikamının kölesi olma, Aries," Rüyasındaki kadının uyarısı bir yankı gibi devam ederek. "Agares'in kayıp çocuğu... Uyan. Endorilde bekliyor olacağım..."
Endoril... Bu isim, Aries'in içinde bir kıvılcım gibi parladı. Bu isim, onun elde tutulabilir tek ip uçuşuydu. Her şeyin anlam kazanacağı bir yer olduğu düşüncesiyle kafası daha da karıştı. Ancak, bu bilgi tam olarak ne anlama geliyordu?
Bu düşüncelerle Aries, derin bir içsel hesaplaşmaya girdi.
Fenrin ve Liraz, raporları ile geldiklerinde, zihni hala karışıktı. Kara Elflerin yenilgisini kabul etmiş olmaları, ona büyük bir sorumluluk yüklüyordu. Onlar, yenilgiyi kabul etseler de onun liderliğine hala güveniyorlardı. Fenrin ve Liraz bu dünyada ki en yakın arkadaşlarıydı. Ancak Aries, intikamını almadan, normal bir hayat yaşamayı kabullenemiyordu. Lenore ölmüşken, Renoire'in masumları katledilmişken, o nasıl arkadaşlarıyla gülüp eğlenebilirdi?
Fenrin ve Liraz, Aries'in çadırına girdiler ve başlarını saygıyla eğerek raporlarını sundular.
Fenrin, derin bir nefes aldı ve başını kaldırarak konuşmaya başladı. "Aries, Gallanta karşı çıktığımız bu yolda ilk kez yenilgiye uğradık... Biz... Bir bahanemiz yok. Biz zayıfız. Seninle omuz omuza birçok kez savaştık, her defasında da galip geldik. Ama bu kez, senin gücün olmadan, bizler yetersiz kaldık. Dük Miriam'ın savunması karşısında geri çekildik ve bu yenilgiyi kabul etmek dışında bir şey yapamadık."
Aries, sakin bir şekilde Fenrin'i dinledi, her kelimesi içindeki karmaşık düşünceleri yavaşça çözüyordu. Fenrin devam etti: "Bu yenilgi, sadece Dük Miriam'ın stratejilerinden değil, bizim de eksiklerimizden kaynaklanıyor. Bizim için, gücümüz sadece senin desteğinle anlam buluyor."
Liraz, ekledi: "Evet, Aries. Eğer senin gücün olmasaydı, bu noktaya bile gelemezdik. Bizim daha fazla güçlenmemiz ve eğitim almamız gerekiyor. Kendimize güvenmeyi öğrenmeliyiz."
Aries, sessizce düşünerek, onlara yanıt verdi: "Sadece benim gücümle kazanamam.'' Bu cümlesinden sonra düşüncelerinde kayboldu. Valenoru yakıp yıktıktan sonra Gundwill'de Ogmios ile çarpışmış ve kazanmıştı. Fior'da Morgana ve Argus ikilisini de yenilgiye uğratmıştı. Ancak İmparatorluk tüm güçlerini beraber üzerine salarsa, gücü yeterli olur mu emin değildi. ''Benim gücüm sandığınız kadar büyük değil. Hepinizin gücünü artırması gerekiyor. Yanımda durmanıza ihtiyacım var. Ancak o zaman gerçek zaferi elde edebiliriz ve... eski yoldaşlarımızı onurlandırabiliriz." Aries, son kısmı söylerken yüzü her zamankinden fazla kederle dolmuştu. Artık ne yapması gerektiğinden emin değildi.
Fenrin ve Liraz, üzüntüyle başlarını eğdiler. Lenore onlar için önemli bir figürdü. Kabilelerinin şefi ve en yakın dostlarıydı. Çocukken Lenore, Liraz ve Fenrin, Kıtanın kuzeyin de, Kara Ormanın içerisin de beraber oynayarak büyümüşlerdi. Ancak bir gün, İnsanlar ormanlarına gelerek kabileye saldırmışlardı. İnsanlara bir süre direnselerde, Kara Elf kabileleri, bu düşmana karşı birlik olmayı reddetmişti. Dar görüşlü cahil bunaklar diye iç geçirdi Liraz. Liraz ve Fenrin kardeşlerdi. Liraz iki yaş daha büyüktü ve Lenore ile can dostuydular. Kara Elflerin birlik olmayı reddetmesi, tüm kabilenin imparatorluğa köle olmasıyla sonuçlanmıştı. Bir zamanlar sadece kendi kabileleri bile on binlerce nüfusa sahipken, şimdi, Ariesin emrinde üç kabilenin toplamı bile on binden biraz daha fazlaydı.
İmparatorluğa köle olmalarıyla beraber, Kuzeyden, daha önce adını bile duymadıkları uzak diyarlara sürülmüşlerdi. Valenor adın da bir çöl şehrin de yıllarca çalıştırılmıştı.
This story has been stolen from Royal Road. If you read it on Amazon, please report it
Köleliklerinin ikinci yılında ise, kendilerinden bir iki yaş daha küçük gibi gözüken bir insan çocuğu da aralarına katılmıştı. Bu çocuk Aries'di. Oldukça kırılgan, ürkek bir çocuk olmasına rağmen, gözlerindeki alev o kadar şiddetliydi ki, çoğu köle ondan uzak durmayı tercih etmişti. Bu çocuğa el uzatan tek kişi Lenore olmuştu. Lenore her zaman nazik birisi olmuştu. Savaşmayı her zaman reddetmiş, çoğu kara elf gibi bir savaşçı olmak yerine, şaman olmayı tercih etmişti.
Yıllar sonra, hepsi artık bir yetişkin oldukların da Aries ve Lenore daha da yakınlaşmışlardı. Bunu bilen tek kişiler Fenrin ve Liraz olmasına rağmen, Sahipleri bunu fark ederek ikisini de cezalandırmıştı. Aries ve Lenore'yi o günden sonra görmemişlerdi. Ta ki bir gün Lenore'nin ölüm haberini veren bir mektup ve oldukları yerde donakalmalarını sağlayan bir haber alana kadar. Fenrin ve Liraz Lenorun acısını yaşarken emanetine de sahip çıkarak, kölelikten kurtulmak için planlar yapmaya başlamışlardı. Bu olaylardan birkaç yıl sonra ise Aries gelerek, tüm kara elfleri kurtarmıştı. Ancak zaten Ailesini kaybeden bu çocuk, Lenorun kaybıyla da yüzleşince, Bir isyan başlatmış, Valenor'dan ve kölesi olduğu soyludan başlayarak, yıkım ve katliam dolu yolculuğuna girmişti. İlk zamanlar her şey normalken, zamanla Aries daha kötü olmuş, gittikleri her yeri tamamen yok ederek herkesi de katletmeye başlamışlardı. Fior ve Gundwill de tek bir canlı bile hayatta kalmamıştı. Bunun üzerine Fenrin ve Liraz, Lenorun mektubunu daha da anlamlı bulmaya başlamışlardı. Bu mektubu şimdilik, Aries intikam arzusundan kurtulana kadar saklayacaklardı.
***
Jaksen, büyü eğitiminin meyvelerini toplamaya başladığı bir dönemde, artık öğrendiklerinin etkisini hissetmeye başlamıştı. Mana kontrolü ve elemental büyülerde 2. Kademeye ulaşmaya başlamıştı. Bir sabah, ateş büyüsünü doğru şekilde kullanmayı başarmıştı. Ateşin doğasını hissediyor, büyüye odaklanarak onu yönlendiriyordu.
Rona, Jaksen'in başarısını kutlamak için onunla başkent Helios'u gezmeye karar verdi. Kendisi iki yıldır bu şehirde yaşıyordu ancak, gerçek anlamda hiç şehri gezmeye fırsatı olmamıştı. Köyünden ayrıldığından beri Beyaz Büyü Kulesinde kalmış ve büyü eğitimine odaklanmıştı. Ogmiosun baş çırağı olduktan sonra ise, arada sırada Saraya veya Tapınağa gitmesi dışında, şehri pek bilmezdi. Jaksenle beraber o da şehri göreceği için heyecanlıydı.
Jaksen'de Rona'dan farklı değildi. Köyünden hiç dışarı çıkmamakla beraber, artık başka bir dünyada bulunuyordu ve açıkçası bu yeni dünyayı merak ediyordu. Özellikle Olimpos'u andıran bu devasa şehri görmek onu heyecanlandırıyordu.
Jaksen ve Rona, Helios şehrinin taş döşeli yollarında yürürken, şehri ilk kez böylesine yakın bir şekilde hissediyorlardı. Şehir, büyüklüğüyle bir okyanus gibi etrafını sarmış, onları bu okyanusta bir damla gibi hissettiriyordu. Her köşe başı ayrı bir tarih fısıldıyordu. Şehri gezdikçe, her adımda bir başka katman ortaya çıkıyordu. Rona ise okuduklarından yola çıkarak Helios'un tarihini anlatıyordu.
Helios, her yönüyle, kendi dünyasındaki Roma İmparatorluğu'nu andıran bir görkemle yükseliyordu. Şehir, devasa surlarla çevrilmişti ve surların yapıldığı taşların her biri binlerce yılın tanığı olmuş gibi zarif siluetiyle gökyüzüne karşı dimdik yükseliyor, bir zamanlar düşmanlardan koruduğu bu şehri, zamanın unuttuğu hatıralarla besliyordu. Dükkanların, hamamların ve dev yapıların arasında, Helios tüm ihtişamıyla büyüleyiciydi. Mimarisi, büyüklüğüyle olduğu kadar detaylarıyla da büyüleyiciydi; büyük sütunlar, zengin heykeller ve altın işlemeleriyle süslü kapılar, tanrılara ve imparatorlara olan saygıyı simgeliyordu. Şehirde ilerlerken, Rona ve Jaksenin gözleri her yeni yapıyı hayranlıkla takip etti.
Yüksekçe bir tepeye kurulu olan şehir, tüm imparatorluğun gücünü ve ihtişamını etrafındaki dağları, ormanları ve denizleri görebilecek şekilde yansıtıyordu. Şehir, merkezi bir alanda konumlanmış olan devasa bir yapıyla birleşiyordu; Helian Tapınağı. Tapınak, şehri büyüleyici bir şekilde gölgeleyen görkemli bir yapıya sahipti. Bu tapınak, Güneş Tanrısı Helian'a adanmıştı ve şehri her açıdan gözler önüne seren bir mühür gibi, orada var olan her şeyin birleştiği noktayı simgeliyordu. Tapınak, yalnızca bir ibadet alanı değildi; aynı zamanda İmparatorluğun gücünün somut bir simgelerinden biriydi. Altınla süslenmiş sütunları, parıldayan mermer zeminleri ve kubbesinden sızan ışık huzmeleriyle, tanrılara olan bağlılıkları daha da derinleştiriyordu.
Rona, bir anlığına yürüdükleri yolun kenarındaki taş bankta dinlenen yaşlı adamı izledi. "Burası gerçek bir imparatorluk başkenti, Jaksen," dedi, gözleri Helian tapınağının ve onun tam karşısında, Görkemiyle yükselen Beyaz Büyü Kulesini izlerken. "Helios şehri, İnsanların ilk yerleşim yeri bunu biliyor muydun? 2000 yıldan daha eski bu şehir." Rona heyecanla şehrin tarihini anlatmaya devam ediyordu.
Jaksen bu bilgiye önce şaşırsa da sonra bir şey dikkatini çekti.
''2000 yıl mı? Bu oldukça eski hatta antik bir şehir statüsü bile sağlar, ancak nasıl oluyor da 2000 yıllık bir şehir, tüm insanlığın ilk yerleşim yeri oluyor?''
''Bu...'' Rona da Jaksen söyleyince farkına varmıştı. İnsanlık 2000 yıldan daha eski zamanlarda da vardı. Hatta daha derinlemesine düşününce, okuduğu tüm tarih kitapları, sadece Caen Savaşından Sonrasını anlatıyordu. Caen savaşından öncesini anlatan hiçbir bilgi bulamamıştı. Açıkçası büyü eğitimiyle o kadar meşguldü ki, buna dikkatini vermemişti.
''Belki kütüphaneye gidebiliriz, oraya gitmeyeli uzun zaman oldu. Gerçekten devasa bir kütüphane, orada bu bilgileri bulabiliriz belki'' diye açıkladı Rona yüzünde meraklı bir ifadeyle.
Jaksen de kızın bu tatlı merakına kapılmış ve yola çıkmışlardı.
Jaksen, her adımda şehri daha fazla hissetmeye başlamıştı. Helios, sadece büyüklüğüyle değil, zenginliğiyle de büyüleyiciydi. Her sokakta, şehrin şanlı geçmişine dair izler bulunuyordu. Askerler, halk, tüccarlar ve sanatçılar... Şehirdeki tüm yaşam kesişen bir ırmak gibi her birinin parçasıydı. Bir köşe başında tüccarlar sevinçle alım satım yaparken, bir başka köşede orman figürleri heykeltraşların ellerinden şekil alıyordu. Büyülü gösterile yapan büyücülerden, Canavar malzemeleri satan dükkanlara kadar her çeşit dükkân vardı. Jaksen bu esnada, bir köle standı da görmüştü. Standın üzerinde zincirli pek çok insan vardı ancak Jaksen yakından bakınca bunların da insanlardan farklı olduğunu gördü. Hatta birkaçı o kristalin içerisindeki uzun kulaklı kadına benziyordu.
Rona onun baktığı yönü fark ederek açıklamaya koyuldu ''İmparatorluk köle iş gücü sayesinde gelişmeye devam eder. Sen de kendine bir köle almak ister misin Jaksen? Sen bir kahramansın, kılıcını taşıyan, zırhını temizleyen birileri olmalı. Hatta belki başka ihtiyaçlarını karşılayacak birileri bile olabilir.'' Yüzün de hınzır bir sırıtmayla Jaksene bakıyordu.
Jaksenin yüzü kızarsa da cevap vermeden yürümeye devam etti. Kendi dünyasında da pek çok köle vardı ancak, bu dünyada gördüğü kadarıyla köleler insanlardan çok insan olmayan ırklardı. Eğitimleri başladığından beri sadece büyü eğitimi değil, dünya hakkında da temel bilgiler öğretiliyordu. Kristalde gördüğü gizemli kadını tarif ettiğinde Ogmios onun bir elf olduğunu söylemişti. Elfler ise insanlardan çok daha uzun ömürlü varlıklardı. Sayıları azdı ve genelde pek insan bölgelerinde görülmezlerdi. Ancak Rona'nın bir kitapta okuyup Jaksene okuduğuna göre Elflerde kendi içlerinde türlere ayrılıyordu. Ne Rona ne de Ogmios, hiç gümüş saçlı bir Elf olduğunu görmemişlerdi. Kıtada genelde yaygın olarak kara elfler vardı ve onlar siyah saçlı kızıl gözlülerdi. Orman elfleri ise Kendanor dağının doğusunda yaşarlardı ve sarı, yeşil gibi saç renklerine sahip oldukları yazıyordu. Köle standında gördüğü elflerde kara elflerdi. Aries denen kişinin de bir kara elf ordusuna liderlik ettiği söyleniyordu. Jaksen düşüncelere fazla boğulmadan çevresini izlemeye koyuldu.
Kütüphaneye gitmeden önce Rona hazır tapınağa yakınken içini göstermek istedi. Jaksen de bu dünyanın dinini merak ettiği için kabul ederek tapınağa doğru ilerlediler, tapınağa ilerlerken şehrin içerisinde adete kaybolmuş gibiydiler. Altın rengi mermer zeminler ve sütunlar arasında ilerlerken, gözlerini her an yeni bir güzellik keşfetmenin heyecanıyla çeviriyorlardı. Ama gerçek anlamda Helios'un büyüklüğünü anlamak için, şehrin merkezine, Tapınak'a bakmaları gerekiyordu. Tapınağın etrafındaki geniş meydan, onları tüm şehrin kalbine bir adım daha derinleştiriyordu.
Birkaç adım sonra, Tapınak'ın önündeki büyük meydanı geçtiler ve ilerledikçe, içeri giren insanlar ellerinde mumlarla dualarını seslendiren keşişleri gördüler. Tapınak, gökyüzüne kadar uzanan zarif taşlarla inşa edilmişti ve üzerine altın figürler yerleştirilmişti. Helios'un büyüklüğünü simgeleyen heykeller, tapınağın iç kısmını ve duvarlarını süslüyordu.
Rona, bu anı iliklerine kadar hissetti. "Herkes buraya, Helian'ın kutsal ışığına dokunmaya gelir," dedi, "Bu dünyadaki her şey o ışıkla aydınlanmış, Jaksen."
Jaksen, sözlerini içinden geçirdi. Gerçekten de her şey Tanrı'nın ışığının yansıması gibiydi. Şehir, sürekli hareket halindeydi ve her sokakta bu ışık yansıyordu. Ancak bir an, bir tür huzursuzluk hissetti. Bir şey eksikti. Tapınakların ve heykellerin etrafında halk dua ederken, tüm bunların tam anlamıyla neyi simgelendiğini kendisine sordu. Bu insanlar, Tanrı'ya inanıyorlardı, Helian'a tapıyorlardı. Ama işin gerçeği, Jaksen bu durumdan bir çeşit tuhaflık hissediyordu. Kristaldeki gizemli elfi gördüğün de içgüdüsel olarak secde etmek gelmişti içinden. Kadın bir ilah gibi, her şeyin hâkimi gibi hissettirmişti. O an bunu fark edememişti ancak şimdi manayı ve bu dünyadaki kutsallığı bir nebze öğrenince, o an ki hislerini anlamaya başlamıştı. O kadın tamamen kutsallıkla kaplıydı. Hatta Kutsallığın kendisi gibiydi. Ancak burası, Güneş Tanrısı Helian'ın görkemli tapınağı, ne kadar etkileyici olsa da o kadından hissettiği kutsallığı burada hissedemiyordu. Kendi dünyasında fırsat buldukça Kiliseye giderdi ve orada da aynı hissiyatı alırdı. Sadece insanlar tarafından yapılmış görkemli bir yapı diye düşündü.
Birden bir gürültüyle irkildi. Şehrin merkezinden uzak bir alanda, insanların bir araya toplandığını gördü. Kalabalığın ortasında, bu mesafeden tam olarak seçemediği ancak sesinin buraya bile ulaştığı birisi, sabırla vaaz veriyordu. "Gerçek yaratıcılarınıza dönün!" diye bağırıyordu. "Tanrılara tapmak bir hatadır! Gerçek yaratıcınızı burada aramaya başlamanız kafirliktir!"
Rona, gözlerinde bir şaşkınlıkla bu insanları izledi. Bir süre sonra kaşlarını çatarak mırıldandı "Bu... bu insanları daha önce görmemiştim" dedi.
Jaksen, kafasında hızlıca düşünmeye başladı. Bu adamların söyledikleri ne anlama geliyordu? Gerçek yaratıcılar Tanrılar değil miydi? Tanrılara tapmak bir hataydı. Bir anda Helios'ta öğrendiği her şeyin temelleri sarsılmaya başlamıştı. Bu vaazı daha fazla dinlemek için, kalabalığın içine doğru bir adım attı. Bunu yapmasının sebebi, tanıdık bir şey hissetmesiydi.
"Bizler Helian'a tapmıyoruz," vaiz devam etti, "Sizler Tanrılara taparak gerçek inancınızı kaybettiniz. Onlara geri dönün, 7 Yaratıcımız mutlak olanlardır, onlara tapınmalısınız!"
Jaksen'in kafası karışıktı. Ne demekti bu? Şehirdeki herkes Güneş Tanrısı Helian'a tapıyordu, ama şimdi karşısında, bunu reddeden bir topluluk vardı. Bu grup, Tanrıların varlığını kabul etsede Güneş Tanrısı Helian'a tapmanın yanlış olduğunu iddia ediyordu.
Bütün bunları düşündü. Bu tarikatla araştırması gerektiğini hissediyordu. İçinden bir ses bunu istiyordu. Bu dünyaya geldiğinden beri içinde bir şey eksikti. Kristaldeki o kadınla görüşmesi sanki o eksikliği gidermişti. Ve şimdi bu tarikat ona bu eksikliğin ne olduğunu anlatmak istiyordu. Jaksen bu kişilerin yanına doğru hamle yaptığı sırada Rona kendisine seslendi. "Jaksen, ne yapıyorsun?"
Jaksen, bir süre düşündü, sonra karar verdi. "Bilmiyorum, ama bu kişilerin söyledikleri ilgimi çekti. O Elf'i bulmak zorundayım."