Gece, Aries için, kara elf yoldaşlarıyla birlikte yalnızca bir dinlenme arası değil, aynı zamanda içsel çatışmaların ve hesaplaşmaların derinleştiği bir dönemin başlangıcıydı. Kamp ateşi, Miria'nın serin gecesine karşı sunduğu sıcaklık, sadece fiziksel bir rahatlık sunmaktan çok, Aries'in ruhunu ve düşüncelerini aydınlatan bir ışık gibi parlıyordu. Ateşin kırmızı ışıkları, titrek bir şekilde etrafındaki taşlara yansıyarak, yıldızsız geceyi süslüyordu. Ancak, her biri sessizce etrafındaki taşlardan uzaklaşıp, zayıf bir fısıltı ve kahkaha arasında iletişim kuran kara elflerin sesleri, Aries'in oturduğu taşın üzerinden bir yankı gibi geçip gidiyordu.
Aries, parmaklarının arasında Renoire mühür yüzüğünü döndürürken, geçmişinin acı hatıralarını bir kez daha düşündü. Bu küçük ve zarif obje, bir zamanlar ailesinin büyüklüğünü simgeliyordu. Fakat şimdi, bu mühür yalnızca bir hayaletin hatırasından ve kaybolan bir hanedanın son sembolünden kalan başka bir şey değildi... Yüzüğü cebine koydu ve ağır adımlarla arkasını döndü. Fenrin'in sesi, bu derin düşüncelerin arasında bir yankı gibi kaybolarak dikkatini çekti.
"Liderim, neden bu kadar sessizsiniz? Miria'nın surlarına ulaştık. Planımızı netleştirmeliyiz."
Aries, birkaç saniye sessizce durdu ve sonra gözlerini, Fenrin ve Liraz'a çevirdi. İki yoldaşının, liderlerinin kararlılığına hayran olduklarını biliyordu, fakat her zaman bu kararlılığın ardında, derin bir boşluk ve soğuk bir yalnızlık olduğunun da farkındaydılar. Aries, sessizce düşündü ve bakışlarını ikiliye odaklayarak konuştu.
"Planım net," dedi, kılıcının kabzasına hafifçe dokunarak. "Gallant İmparatorluğu'nun her taşı, her insanı bu dünyadan silinecek."
Fenrin, bir an sessiz kaldı. Ancak, bu kadar sert bir emir karşısında ne söyleyebileceğini bilmiyordu. Birkaç saniye sonra, Liraz konuştu, fakat bu sefer ses tonu daha dikkatli, biraz da diplomatikti.
"Aries, tüm şehri yok etmek yerine, stratejik bilgiler toplayabiliriz. Ogmios'un ve Beyaz Büyü Kulesi'nin sırlarını öğrenmek için esir almak mantıklı olabilir. Ayrıca Miria büyük surlara ve güçlü savunma büyülerine sahipken, Helios'un bundan daha aşağı kalır savunması olmayacaktır. Helios savunması hakkında bilgi almak, bize fayda sağlar."
Aries'in gözleri, bir anda ateşle doldu. Bu, öfke değildi. Bu, bir kararın keskinliği ve gerçeğiyle yüzleşme anıydı. Gözlerinde belirginleşen kırmızı alev, Liraz'ın sözlerine nasıl tepki verdiğini gösteriyordu.
"Strateji, adaletin yedeği değildir, Liraz," dedi soğuk bir tonla. "Bu şehirdeki herkes, Renoire'in çocuklarının kanını taşıyor. Onların ölümü, benim vicdanımla tartılacak."
Bir sessizlik çöktü. Kara elfler, bir kez daha adeta donmuş gibiydi. Aries, bu gergin atmosferi hissetmektense, daha da derinleşen yalnızlığına adım attı. Kamp alanından uzaklaşıp, küçük bir tepeye tırmandı. Miria'nın ışıkları ufukta ince bir çizgi gibi parlıyordu. Gözlerini ay ışığına sabitleyerek, düşündü. Parmakları, istemsizce kılıcının kabzasında gezindi. O kılıç, Renoire'in intikamını simgeliyordu. Başını kaldırarak, ayın parladığı gümüş ışıkta yavaşça mırıldandı:
"Bir zamanlar geceyi seven bir halktık," dedi, "Şimdi gece, bizim zafer çığlığımız olacak."
***
Beyaz Büyü Kulesi'nin eğitim salonunda, yoğun bir hava hakimdi. Burası, birçok genç büyücünün potansiyelini keşfettiği bir alandı. Ancak, bu gece Jaksen, orada yalnızca bir öğrenci gibi değil, geleceğin kaderini değiştirebilecek biri olarak duruyordu. Elleri dizlerinin üzerinde, derin bir nefesle oturuyordu. Zihni, manayı algılamaya çalışırken karışıyordu. O kadar hassas bir dengeyi kurmaya çalışıyordu ki, her yanlış hareket, bir felakete yol açabilirdi. Karşısındaki Rona ise gözleri ışıldayarak sabırsızca ona bakıyordu.
"Hadi Jaksen! Bunu yapabileceğini biliyorum. Mananı hissetmelisin. Hissetmeden kontrol edemezsin!"
Jaksen tekrar derin bir nefes aldı ve gözlerini kapattı. Zihninde, etrafındaki mana akışını hissetmeye çalıştı. Ancak her şey kayboluyordu, yalnızca karanlık ve gizemli bir boşluk vardı. Mana bir nehirdi, ama bu nehir, sürekli değişen bir akışa sahipti. Elini havaya kaldırdı. O anda, avucunda beliren mavi ışık bir parıltı gibi etrafa yayıldı. Ancak Rona'nın yüzündeki sevinç, birkaç saniye sonra kayboldu.
Jaksen, elindeki ışığı kontrol etmekte zorluk çekerek kontrolünü kaybetti ve mavi ışık patlayarak etrafa yayıldı. Patlamanın etkisiyle Jaksen yere düştü. Rona, kahkahalarla gülerek ellerini beline koydu:
"Hiç fena değil! Ama daha öğrenmen gereken çok şey var."
Jaksen yerde doğrularak alnındaki teri silerken hafifçe güldü.
"Bu manayı kontrol etmek, tarlada ot toplamaktan daha zor."
Rona ona doğru eğildi ve gülümsedi.
"Tabii ki zor olacak! Ama bunu başarmalısın. Eğer başaramazsan, o canavarla nasıl yüzleşeceksin?"
Jaksen'in gözleri ciddileşti. Rona'nın ne demek istediğini anlıyordu. Ona verilen bu sorumluluk, hayatında karşılaştığı her şeyden daha büyüktü. Derin bir nefes aldı ve yeniden denemeye karar verdi. Bu sefer, zihninde bir şey belirdi: O kadim kristalin içerisin de gördüğü gümüş saçlı gizemli kadın. Kadının sesi, hala zihninde yankılanıyordu: "O sana yol gösterecek."
Tam o anda odanın kapısı açıldı ve Ogmios içeriye girdi. Jaksen, büyü ustasının keskin bakışlarını görünce hemen ayağa kalktı.
"Hala vakit kaybediyoruz," dedi Ogmios soğuk bir sesle. "Bu hızla devam edersen, imparatorluk senin yardımına ulaşmadan yok olacak."
Rona, Ogmios'a meydan okuyan bir bakış attı.
"Usta! O hala öğreniyor! Herkes sizin gibi doğuştan dahi değil."
Ogmios cevap vermedi. Sadece Jaksen'e bir süre baktıktan sonra dönüp odadan çıktı. Rona, onun gitmesini bekledikten sonra bir iç çekti.
"Ah, Usta Ogmios! İnsanlara biraz daha şans verse ne olurdu sanki?"
***
Miria Şehri, Batı Bölgesi
Miria, Gallant İmparatorluğu'nun batıya açılan kapısıydı. Şehir, yalnızca bir savunma noktası değil, aynı zamanda bir gurur simgesiydi. Ancak o gece, bu gururun yerini sessizlik almıştı. Şehrin üzerinde, kara bulutlar ilerlerken, halk korkuyla sokaklarda dolaşıyordu. Bir karanlık tehdit, Miria'yı sarmıştı.
Şehrin içindeki büyük sarayda, Dük Miriam, taht salonunda haritanın başında durmuş, ellerini masaya dayıyordu. Haritadaki kırmızı taşlar, düşmanın ilerleyişini işaret ediyordu. Haberciler, Oliar kasabası düştükten kısa bir süre sonra düşmanın Miria'ya doğru ilerlediğini bildirmişti.
"Bu kara fırtına bizi de yutacak mı?" diye mırıldandı Dük Miriam.
Yanındaki komutanlar, ordunun yetersizliğini anlatmaya devam ediyorlardı.
"Lordum, elimizde yalnızca dört bin asker var. Düşman ise on binin üzerinde. Bu durumda direnmek—"
Dük, elini havaya kaldırarak komutanı susturdu.
"Sonuna kadar direnmekten başka çaremiz yok. Gallant'ın onuru bunu gerektirir. Ayrıca gizemli düşmanımız gittiği her yeri yakıp yıktı. Gallant için, Miria için, ailelerimiz için, son ana kadar savaşacağız!"
O sırada salonun kapıları hızla açıldı. Bir haberci, nefes nefese içeri girdi:
"Dük Miriam! Düşman, Miria'nın kapılarında."
Salonda ölüm sessizliği oldu. Dük, gözlerini yavaşça haberciye çevirdi ve derin bir nefes aldı.
"Bütün birlikleri surlara toplayın. Miria, Gallant İmparatorluğu'nun kalesidir. Sonuna kadar direneceğiz, Miria Düşmeyecek!"
***
Aries, Miria'nın surlarının önünde durmuş, kara elflerden oluşan ordusunu gözden geçiriyordu. Şehrin, büyüyle güçlendirilmiş surlarına rağmen karanlık bir tehdit altında titreşiyordu. Aries, kılıcını havaya kaldırdı ve soğuk bir emir verdi:
"Harekete geçin. Bu gece, Miria'nın son gecesi olacak."
Ordusu, sessiz ama ölümcül bir kararlılıkla ilerledi. Kendisi bu sefer savaşa dahil olmayacaktı. Dün gece rüyasında gördüğü gizemli elf kafasını karıştırıyordu. Bu nedenle çadırın da o gizemli kadınla tekrar konuşmayı deneyecekti. Bu kez ordusunun, onsuz da bir şeyler başaracağına güveniyordu. Saldırı başladıktan sonra şehrin üzerinde kara dumanlar yükselmeye başlamıştı. Aries, küçük bir tepenin üzerinden ordusunun şehir surlarına saldırısını izlerken bir kez daha mırıldandı:
Ensure your favorite authors get the support they deserve. Read this novel on Royal Road.
"Bu sefer bir hayaletten fazlası olmaya geldim." daha sonra çadırına yönelerek, gizemli elfi düşünmeye başladı.
***
Miria Surları
''Lordum, düşman 6. Kademe yıkım büyüleri kullanıyor, bu, surlardaki savunma rünlerinin sınırı.'' Dedi bir asker endişe içerisinde.
Dük Miriam, surların tepesinde, tam vücut zırhını giyerek düşmanın bu şehre adım atmasını engellemek için düşünüyordu.
Askerin raporuna hemen cevap vermeyen Dük, düşmanını izlerken bir süre düşündü. Genel de 5. Kademe büyüler kullanıyorlardı ancak arada 6. Kademe yıkım büyüleri de yapabildikleri görünüyordu. Esasen şu an ki savaş, duyduklarından tamamen farklıydı. Ona gelen raporlar, düşman ordusunun lideri savaşa bizzat dahil olarak, gücüyle şehirleri yok ettiği yönündeydi. Ancak şu an, liderlerini veya raporlarda bahsedildiği kadar güçlü birini göremiyordu. Eğer sadece 6. Kademe büyülerle Gallant İmparatorluğunu yok etmeye çalışıyorlarsa, bu imkansızdı. Eğer böyle olsaydı imparatorluk uzun zaman önce yok edilmiş olurdu.
6. Kademe büyüler oldukça güçlüydü ve bu büyüleri kullanmak etkileyici güçleriyle tanınan çok az sayıdaki büyücünün ulaşabileceği bir seviyeydi. Ancak yine de imparatorlukta 6. Ve 7. Halkasını oluşturmuş yüzlerce büyücü ve şövalye vardı. Hatta Ogmios gibi 8. Halkasını oluşturmuş dev bir figür bile mevcuttu. Ogmiosla aynı seviyedeki 8. Kademe şövalye olan Argus ise bir başka devdi. İmparatorluk, büyünün ve çeliğin şarkısını aynı anda çalan bir orkestra gibi, büyük güçlere sahipti. Ancak bu güçler bazen öngörülemez ve dengesizdi. Ayrıca şu an da bu güçler Miria'dan uzaktaydı...
"Başkent ve Neram Kalesi'nden gelen yardım, buraya varana kadar Miria'yı savunmalıyız," diye düşündü Miriam. Bu, her şeyin yeniden şekilleneceği bir zaman dilimi olacaktı. Eğer doğru hamleleri yaparsa, Miria'yı hayatta tutabilirdi. Ama her kararıyla, her stratejisiyle, bir adım önde olmak zorundaydı. Savunmayı kısıtlı kaynaklarla yapması gerekiyordu.
Tüm bu düşüncelerin arasında dük, mevcut durumla beraber düşman liderinin ortada olmamasına anlam getiremese de savaşa katılmadığını görmek, onu kısmi bir rahatlığa sürükledi. Eğer o güç, gerçek anlamda sahneye çıkmış olsaydı, Miria çoktan yok olmuştu. Ancak, şu anda düşman ordusunun gücü, yalnızca 6. Kademe büyülerle sınırlıydı. Dük Miriam bu farkı, Miria'ya birkaç değerli dakika kazandırabilecek bir fırsat olarak görüyordu. Şu an da zamanla yarışıyordu.
Miriam, derin bir nefes alarak arkasında bekleyen askerlerine döndü. Gözlerindeki kararlılık ve soğukkanlılık, hiçbir şekilde taviz vermediğini belli ediyordu.
"Bu bizim son şansımız. Elimizdeki her şeyi kullanacağız.'' dedi. "Bütün mana kristallerini etkisiz hale getirin. Ayrıca büyücüler, ortamda bulunan tüm manayı özümseyip, boş kristallere aktarsınlar. Yeni oluşturulan mana kristallerini de uzay-zaman büyülerinde uzmanlaşmış bir büyücüye verin ve bu kristalleri uzay boşluğunda saklamasını söyleyin."
"Bir dakika bile kaybetmeye tahammülümüz yok," dedi. "Ayrıca, Büyük Usta Eltharion'a surlara işlenmiş rünlerin mana özümsemesini en üst düzeye çıkarmasını söyleyin. Bu rünlerin gücü, sadece ortamda yeterli mana varsa aktifleşiyor. Eğer şimdi maksimum seviyeye çıkarırsak, düşmanın büyücüleri yeterli manaya ulaşamayacak. Bu, bize zaman kazandıracaktır. Ama sadece zaman kazandıracak."
Bir başka askere de emir verdi: "Birini derhal saraya gönderin. Tüm savunma mekanizmalarını, büyülü araçları surlara taşısınlar. Eğer surlar düşerse, sarayımı savunmanın bir anlamı kalmaz. Her şey buraya, bu surların korunmasına harcanacak."
Askerler, emirleri aldıktan sonra saygıyla Dük Miriam'ı selamladılar ve hemen işe koyuldular. Dük, tekrar derin bir düşünceye daldı.
"Şehrin çevresindeki mana akışını kesmeli ve her damlasını biz kullanmalıyız," diye düşündü. "Çünkü bir kez bu surlar düşerse, sadece Miria'nın değil, Gallant'ın onurunun da sonu olacak."
Dük Miriam, tüm stratejisini kurarken, ortamda bulunan manayı, büyücülerin her an emeceği şekilde yönlendirdi. Surlara işlenmiş rünler, büyük bir mana tüketimine ihtiyaç duyuyordu. Eğer şimdi rünler aktif olursa, mana kristallerine toplanan manadan arta kalanlar çok hızlı bir şekilde bu rünlere çekilecekti. Bu sayede, düşman büyücülerin büyülerini kontrol edebilmesi için gerekli olan enerjiyi onlardan alıp, tam zamanında kendi savunmalarımızı güçlendirecek bir plan olacaktı.
Bir süre sonra, muhafızlardan biri, derin bir nefesle bildirdi.
"Emirlerinizi yerine getirmek için hazırız, Lordum."
Dük Miriam, başını sallayarak muhafıza işaret etti. "Şimdi bu anı doğru kullanmalıyız." Dedi ve surların tepesinden mana yardımıyla sesini güçlendirerek haykırdı;
''Okçular, hedefiniz düşman okçuları. Büyücüler, sizin hedefinizse düşmanın kuşatma araçları. Atış serbest.'' Dedi ve elini indirdi. Surdaki tatar yaylı askerler, hemen devreye girdi ve büyülü oklarını düşmanın üzerine fırlattılar. Ateş, yıldırım, buz ve diğer özel büyü rünleri işlenmiş oklar, hedeflerine varıp patlamalarıyla beraber, surlara hücum eden düşmanı etkisiz hale getirdi.
Dük Miriam'ın suratında, askerlerinin bu direnişinden memnun bir ifade belirdi. Ancak ne kadar savaşırsalar savaşsınlar, zaman geçtikçe düşmanın zafere daha yakın olacağını biliyordu. Hedefi, sadece zaman kazanmak ve destek gelene kadar direnmekti.
Hızla emri verdi: "İç surlara git! Trebuchetler derhal düşman ordusuna saldırılarını başlatsın. Balistalar ise biz düşman birliklerine hücum ettiğimiz de ateş etsinler."
Muhafız, Dük'ün emirlerine hızlıca uyarak iç surlara doğru koştu. Dük Miriam, kollarını kavuşturdu ve surlardan yükselen büyüleri izledi. Bu, tam bir savaştı ve her saniye bir ömür kadar önemliydi.
Her ne kadar düşmanın savunma gücü yüksek olsa da kendi taraflarının hazırlığı ona güven veriyordu. Batı da ki yarı insan ve diğer ırkların olası saldırılarına karşı savunma yapabilmesi için özel olarak inşa edilmiş surları ve savunma büyüleri vardı. Miria, defalarca işgalci ordulara karşı direnmiş ve her seferinde yeniden doğmuştu.
Düşman ilerledikçe, Dük'ün gözleri bir kez daha surlara çevrildi. Savunma büyüleri, büyücüleriyle birlikte muazzam bir güvenlik kalkanı oluşturuyordu. Düşmanın kuşatma silahları ise surların önüne kadar gelmişti ancak surun üstünden gelen büyüler onları engellemeye devam ediyordu. Surun önünde yer alan düşman piyadeleri, kalkanlarıyla surun üstünden gelen okları karşılamaya çalışıyorlardı. Yine de her saldırı biraz daha kuvvetleniyordu.
Dük, mevcut durumlarıyla saldırıya ne kadar süre direneceklerini düşündü, fakat bir şeyi fark etti: Savunma büyülerinin sürekli olarak daha fazla mana emmesi, düşman büyücülerin yüksek kademe büyü kullanmalarını engellemek amacıyla azaltılmasından dolayı, yeterli manayı özümseyemiyordu. Bu da surlara işli rünleri, yeterli mana ememediği için zayıflatıyordu. Surlardaki kalkanlar giderek zayıflıyordu. Kısacası fazla zamanları yoktu. Bu farkındalığın ardından Miriam arkasından bir ses duydu. Trebuchetlerin saldırıları başlamıştı.
Düşman büyücülerinin yoğun saldırısına rağmen, Dük Miriam ve askerleri direnmeye devam etti. Bu savaş, sadece Gallant İmparatorluğu'nun değil, Miria'nın ve bu halkın geleceğini de şekillendirecek bir andı. Her şehrin tarihinde böyle bir an gelirdi: Miria Ya hayatta kalacak ya da yok olacaktı.
"Miria, Gallant'ın onuru... bu şehri ne olursa olsun savunacağız."
Dük Miriam'ın sesi, geceyi kaplayan savaşın ritmine karışarak, savunmanın simgesi haline geliyordu.
Miriam, uzun bir süre boyunca düşman hareketlerini izlemeye ve askerlerine emirler yağdırmaya devam etti. Gözlerinde, yıllar süren savaş deneyiminin izleri ve kararlılığı parlıyordu. Bu kadar güçlü bir düşmanı savuşturmak kolay olmayacaktı, ancak Miria'yı savunmak, Dük Miriam'ın en büyük onuruydu. Şehrin surları, her daim güçlü görünürdü, ancak bu gece karşılaştıkları tehdit, şimdiye kadar gördükleri her şeyden çok daha fazlasını gerektiriyordu.
Dük Miriam, son bir kez daha çevresindeki savaşı inceledi. Kara elf ordusunun şiddetli saldırıları, şehri dört bir yandan sarmıştı. Gözleri, her geçişte bir detayı fark ediyordu. Düşmanın saflarını sıklaştırmasını engellemeye devam eden okçulardan, büyücülerin şiddetli saldırlarına ve savunmalarını yok etmek için kuşatma silahlarını yerleştiren düşmanlara kadar her detayı yakaladı. Ancak o, bir an bile tereddüt etmeden, zırhlı süvarileriyle karşı saldırıya geçmek için hazırlığını yapıyordu.
Bir süre sonra dük zamanı geldiğini düşünerek surlardan aşağıya indi.
Daha önceden hazır olmalarını istediği, 400 zırhlı süvarisine önderlik etmek için atına bindi. Çoğu soylu lord, güçlü savunma büyüleri işlenmiş devasa surların içinde kalmayı tercih ederdi. Ancak kendisi o korkaklar gibi değildi. Dük Miriam, sadece bir yönetici değil, bir savaşçıydı. Bir zamanlar cesur bir gençken çıktığı bu yolda, yıllar boyunca birliklerine önderlik etmişti. Artık yaşlanmış olsa da bir liderin inancı, bir savaşçının kalbiyle ölçülürdü ve kalbi hala güçlüydü... "Miria'yı savunacak tek kişi ben olabilirim," diye düşündü. Kalbi, cesaretle atıyordu. Hiçbir zaman savaştan korkmamıştı ve korkmayacaktı da. Şehrini, ailesini ve Gallant İmparatorluğu'nun onurunu savunma zamanıydı.
Birkaç derin nefes aldı. Bu derin bir karar anıydı. Yavaşça kılıcını kuşağından çıkardı ve kalkanını sallayarak, yanında bulunan baş şövalyesine seslendi:
"Hazır olun! Bu gece, Miria'yı korumak için her şeyimizi vereceğiz!"
Şövalye, başını sallayarak ona bir onay işareti verdi. Dük Miriam, artık daha fazla bekleyemiyordu. Bu adrenalin duygusunu yaşamayalı kaç yıl olmuştu? Son bir kez gözleri, sur da ki savunma hatlarına odaklandı. Sonrasında kılıcını havaya kaldırarak askerlerine seslendi: "Beni izleyin! Bu gece Miria düşmeyecek!"
Dük Miriam'ın sesi, yavaşça yankılandı ve onurla dolan her kelime, askerlerinin ruhlarını alevlendirdi. Kılıcı karanlık geceyi delerek bir yıldız gibi parladı. Kılıcını çektiği gibi 7. Kademe aurasını serbest bıraktı. Askerler, Dük'ün gücünden ilham alarak ellerindeki kalkanları ve mızrakları salladılar. Her biri, onurla ve kararlılıkla savaşa hazır bir şekilde bekliyordu.
"Evlerimizi, ailelerimizi ve onurumuzu koruyacağız! Gallant'ın onuru için savaşacağız! Miria adına savaşacağız!"
Dük, cesaret verici konuşmasının ardından atını şah'a kaldırarak, hızla ilerlemeye başladı. Etrafındaki zırhlı süvariler, aynı azimle arkasından sürüklendi. Her bir süvari, savaş naraları atarak dövüşe hazır olduklarını haykırıyordu. Öne doğru, kalkanlar ve mızraklar birleştikçe, 400 zırhlı süvari dev bir dalga gibi şehri terk etti. Her biri, önlerine çıkan her engeli, her düşmanı ezip geçme niyetindeydi. Çelikten kalkanlar, karanlıkta parlıyor, mızraklar hızla savruluyordu. Süvariler taarruz ederken Miria'nın savunma duvarlarından fırlayan oklar, düşman saflarına düşmeye başladı.
Dük Miriam, önde giden süvarilerinin arasında ilerlerken, rüzgârın kulağındaki uğultusunu ve zırhlarının gıcırdayışını bir savaş şarkısı gibi hissetti. Bu hissi tatmayalı o kadar uzun zaman olmuştu ki. Büyük bir cesaretle düşmanlarının üzerine akın ediyorlardı ve bu karanlık gece, Miria'nın zafer çığlıklarıyla yankı bulacaktı. Dük'ün gözlerinde bir tutku vardı.
Düşman, devasa kuşatma makineleriyle ilerlerken, Dük Miriam ve süvarilerinin cesur atakları, surlardaki askerleri cesaretlendirerek harekete geçirmişti. Düşmanın okçuları ve büyücüleri geri çekilmeye başladı. Ancak o an, Dük Miriam'ın sesi bir yıldız gibi göğe yükseldi:
"Düşman kuşatma makinelerine, okçulara ve büyücülerine taarruz edeceğiz! Surdakiler, düşman piyadeleriyle ilgilensin!"
400 zırhlı süvari, toprağı titreten adımlarla düşman hattına doğru hücum etti. Çelikten kalkanlar, okçuları savuşturuyor, mızraklar ve kılıçlar düşman saflarında kan saçıyordu. Surlardan gelen oklar ve büyüler, kuşatma makinelerine kullanmaya çalışan düşmanlarını hedef aldı.
Dük Miriam ve süvarileri, her şeyin üstesinden gelerek ilerlediler. Bu, sadece fiziksel bir savaş değil, ruhun da savaşıydı. Savaşın ruhu, askerlerin ruhu. Dük'ün liderliği, süvarilerini ateşle besliyordu. Her adımda, daha büyük bir kararlılıkla ilerliyorlardı.
Büyücüler, süvarilerin taarruzuna karşı odaklanarak büyü savunmaları oluşturdu. Ancak şehir duvarından gelen baskı büyüleri durmaksızın devam ediyordu. Zaman geçtikçe savaş daha da şiddetlenerek Dük Miriam ve ordusu için her geçen dakika daha kıymetli hale gelmişti.
Düşman saflarına durmaksızın taarruz ettikçe, düşman okçularının hedefi olmaya başladı. Ancak Dük Miriam ve süvarilerinin hızı, düşman saflarını geriye atmaya başardı. Kılıçlar, mızraklar, büyü dolu oklar çelik gibi kesici bir hızla düşman hattına çarptı.
"Miria düşmeyecek!" diye haykırdı Dük, atının karnına vurarak hızla ilerledi. "Geri adım atmayacağız! Şehrimizi koruyacağız! Gallant'ı onurlandıracağız!"
Bu gece, Miria'nın yıkılmadığı, Gallant'ın onurunun korunacağı bir gece olacaktı. Ve Dük Miriam, ne olursa olsun, bundan sonuna kadar emin olacaktı.