Novels2Search

Bölüm 2 - Çağırılan Kahraman

Ogmios, Morgana'nın kendisine verdiği sert cevaptan sonra arkasını dönüp hızla uzaklaşmasını izledi. Kızıl örgü saçlarının salınışı gözlerini adeta büyülemişti. Bir anlığına, gözlerini aşağıya kaydırarak Morgana'nın kalçasına dikti.

Ogmios içinden, "Bir gün fethedeceğim kalem!" diye geçirirken yüzünde hafif bir sırıtma belirdi. Aslında yaşlı bir sapık değildi, ancak bu anlarda öyle göründüğünü kabul etmek zorundaydı.

Bu sırada, uzun süredir sessizce bekleyen çırağı Rona, hafifçe öksürdü. Çırak, ustasının dikkatini çekmek istiyordu. Ogmios, kendine gelerek genç çırağının yüzünün utançtan kızarmış olduğunu fark etti. İçinden bu önemli anı böldüğü için Rona'yı azarlamayı geçirse de, bir usta olarak merhametli davranmayı tercih etti.

Ogmios, yüzünde ciddi bir ifade ile Rona'ya talimat verdi: "Bütün kule kıdemlilerini çağır. Diğer büyücüler ise salonu terk etsin."

Rona, kuledeki en parlak genç yeteneklerden biriydi. Henüz 18 yaşında olmasına rağmen, 4. Halka'yı oluşturmuş ve Beyaz Büyü Kulesi'nde bir dahi olarak tanınmıştı. Kule Üstadı'nın ilgisini çekmeyi başarmış ve onun çırağı olmuştu. Talimatı aldıktan sonra vakit kaybetmeden kıdemlileri çağırmak için harekete geçti.

Bu sırada Ogmios, büyülü cam duvarı ve üzerindeki mühür rünlerini incelemeye başladı. Çağrılan kahramanın mana yoğunluğu, cam duvarı titretmeye yetiyordu. Rünlerin baskı gücü sonuna dayanmıştı ve mühür her an kırılabilirdi.

"Mühür yenilenmeli," diye mırıldandı Ogmios. Bu mühür oldukça eskiydi, en son 80 yıl önce yenilenmişti ve artık dayanamayacak kadar yıpranmıştı.

Ogmios, mühürü inceleyip kararını verdikten sonra kafasını kayıtların bulunduğu masanın orada duran ve vereceği emirleri bekleyen diğer çırak ve asistanlarını çağırarak, onlara mührü gözlemlemelerini ve Rona'ya yardımcı olmalarını istedi.

Ogmios elini kaldırarak havadan, hammaddesi bilinmeyen beyaz bir asa çağırdı. Asa, parlak bir ışık huzmesiyle elinde belirdi. Asasını kullanarak cam duvarda kendisi için bir kapı oluşturdu ve bu kapıdan içeriye girdi. Ancak mühürlü odadaki yoğun mana, Ogmios'u bir anlığına nefessiz bıraktı. 8. Halka bir büyücü olmasına rağmen, böyle bir mana yoğunluğuna alışması birkaç saniye sürdü.

Toparlanıp odanın ortasındaki çocuğa doğru ilerledi. Kahramanın kontrolsüzce yaydığı manayı özümseyerek etrafındaki baskıyı hafifletti. Bu süreç 20-30 saniye kadar sürdü, ancak Ogmios bedeninde mana yorgunluğunun etkilerini hissetmeye başlamıştı.

Bir anda çok fazla mana özümsemiş olmasının yan etkilerini hissetse de şuan geri adım atamazdı.

Odanın ortasında diz çökmüş halde duran sarışın çocuk, hâlâ ellerine bakıyordu. Sağ elinin avucunda ᛝ şeklinde bir damga vardı ve bu damga sızlıyordu. Çocuk, elindeki yanmayı hissedemese de kaşınma hissi dayanılmaz bir hâl almıştı.

"N-neler oluyor... Elim..." diye inledi.

''Neredeyim.. B-ba..b-baba''

Bilinçsizce fısıldayan çocuk, babasının hatırladı. "B-baba..." diye mırıldandı. Hatıraları zihnine dolduğunda, bulunduğu yeri ve yaşadığı şoku kısa bir an için unuttu. Babasıyla birlikte geçirdiği son anlar, zihninde belirginleşmişti. Babasının, o an kollarında olduğu gerçeğiyle yüzleşti. Ancak şimdi o yoktu. Babası nereye gitmişti?

Babasının bir anda kaybolması ve bir anda çakan şimşek yüzünden kendini anlayamadığı, çeşitli renkler ile parlayan bir çeşit su kuyusuna düşüyormuş gibi bulduğuydu. Bu kuyuya düşerken vücudu sanki parçalanıyormuş gibiydi, damarları patlıyor ve yeni organlar oluşuyormuş gibi vücudu acı içerisindeydi. Kasları yırtılmıştı sanki, hareket edemiyordu. Acıdan dolayı gözlerini kapatmış olsa da bir an sonra gözünü açtığında her şey bitmişti.

Tüm acıları kaybolmuş ve artık o renkli kuyudan düşmüyordu...

Refleks gereği etrafına bakınsa da nerede olduğunu anlayamamıştı, tek görebildiği yüksek ve mor bir şekilde parlayan cam duvarların ve camın diğer tarafında belirsiz silüetlerin olduğuydu. Gözüne en çok çarpan şey ise yerde değişik şekillerin olduğu, daha önce hiç görmediği sembollerin ve anlamadığı bir dil de yazılmış şekilleri olan garip bir çemberin çizildiğiydi.

Bu garip şekillerin üzerinden altınımsı ve morumsu bir tür buhar gibi bir şey çıkıyordu ancak buhar olmadığına emindi. Daha önce hiç şahit olmadığı tuhaf bir durumdu bu. Ancak neler olup bittiğini anlayamadan başına birden şiddetli bir ağrı girdi. Bir anlığına hatıralar geri geldi. Köyde çıkan yangın, haydutların saldırısı, kaçış ve babasının cansız bedenine son kez sarılışı... Hatıralar zihnini bir ok gibi delip geçiyordu.

Haydutlar köylerini basarak o sırada köy de konaklayan kervanı soymak istemişlerdi. Köyleri küçüktü ve ticaret yolu üzerinde stratejik bir konuma sahipti. Ancak bu avantaj, haydutların hedefi olmalarına sebep olmuştu. Haydutlar, sayıca üstün olmanın avantajıyla köyü basmış, korucuları ve muhafızları katletmişti.

Genel de buralar da pek haydut olmazdı, çünkü önemli bir ticaret yoluydu bu sebeple kraliyet askerleri sürekli devriye gezerdi ve Rendell'e giden tek ana yol olduğu için çok fazla kervan ve paralı asker olurdu.

Bu kadar çok askerin ve muhafızın olması sebebiyle haydutların bu köye gelme ihtimali çok düşüktü. Köyden uzakta, küçük kervanları veya gezginleri soyarlardı sadece. Ancak o gün dağ haydutları, köyde bulunan köy korucularını, onlarca kervan muhafızını ve paralı askeri umursamayarak köye inmişti. Sıradan haydut değillerdi, hepsi savaştan kaçmış tecrübeli asker kaçağıydılar.

Biraz kayıp vermiş olsalar da hemen hemen tüm köy korucularını katletmiş ve hedeflerin de ki kervanın bulunduğu hana gelmişlerdi. Kervan muhafızları hemen alarma geçerek mallarını korumaya geçmişlerdi ancak sayıları 20'den azdı. Haydutlar diğer kervanlara dokunmadan, sadece hedeflerinde ki malı taşıyan kervan arabalarına ilerliyorlardı ve bu durumu izleyen diğer kervanların sahipleri hiç ses çıkartmıyordu. Sanki haydutlarla anlaşmış gibi gözüküyorlardı. Sonuçta hepsi tüccardı, kendi mallarına bir şey olmadığı müddetçe karışmaya niyetleri yoktu.

Haydutların hedeflediği kervan arabalarının üzerinde ki sembol, Veregmir Krallığının orta sınıf tüccar gruplarından olan, Frander Tüccar Birliğine aitti. Taşıdıkları mallar ise Veregmir krallığından gelen deri, kürk, gümüş takılar ve sıradan maden cevherleriydi. Yani bu kadar büyük bir haydut grubunun hedefi olmak için çok küçük ve değersiz bir kervandı.

Orta sınıf bir kervan olduklarından sadece 15 muhafızları vardı. Kervan başının kişisel korumaları ve yolda rastladıkları gezginin kendilerine katılmaları ile sayıları hemen hemen 20 kadar vardı. Ancak karşıların da tahminen 100 civarı haydut vardı. O sırada kervan başı olan Frander Tüccar Birliğinin tüccarlarından ve şuan da bu durumun içerisin de ki orta sınıflı kervanın liderliğini üstlenen tüccar, Rubor Dinazar'dı.

You might be reading a stolen copy. Visit Royal Road for the authentic version.

Rubor, tüccar hayatının muhtemelen son anlarını yaşadığını biliyordu ancak yine de sakin kalmayı başarabilmişti. O bir tüccardı ve Frander Tüccar Birliğinin en önemli ikinci kuralı hayatta kalmaktı. İlk kural olan malların güvenliğini şuan kendi hayatı karşılığında görmezden gelmeyi tercih etmişti, ancak bu kadar büyük haydut grubunun bu kadar kalabalık gelmesine değer bir mallarının olmadığının farkındaydı.

Veregmir krallığı, kıtanın kuzeyin de bulunan Pelia körfezinin güney batısın da ki küçük ve kısmen fakir sayılabilecek bir ada krallığıydı. Bu sebeple Veregmir Krallığında üretilen malların çoğu kendilerine anca yettiğinden dışarıya genel de çok fazla değerli mallar satamazlardı, bu yüzden çoğu zaman haydutlar böyle fakir ülkelerin tüccar kafilelerini görmezden gelirdi, çünkü kervan muhafızları ile çatışarak alacakları kayba nazaran kervandan kazanabilecekleri kâr çok düşüktü.

Kısa bir beyin fırtınasının ardından Rubor, haydutların esas hedefinin belki de yolda yanlarına aldıkları gezgin olabileceğini düşünmüştü. Bu sebeple haydutların lideri ile görüşme talep etmek için öne çıkmaya karar vermişti. Rubor ellerini kaldırarak birkaç adım ileri çıkmış ve haydutları biraz süzdükten sonra konuşmaya başlamıştı.

''Ben, Frander Tüccar Birliğinden tüccar Rubor Dina-ğhöğgk''

Rubor, sözlerini bitiremeden boğazında bir yanma ve acı hissetmişti. Konuşamıyordu. Daha sonra boğazın da bir sıvı hissederek elini boynuna götürmüş ve bu sıvının ne olduğunu görmek için eliyle dokunup görmek istemişti. Ancak daha sonra boğazına bir ok saplandığını ve boğazından boynuna doğru kan aktığını fark ederek yere yığılmıştı. Ruborun kanlar içinde yere düşmesi ile birlikte kervan muhafızları ve haydutlar kanlı bir savaşa tutuşmuşlardı.

Bu sırada, kanlı savaşın yaşandığı bu Hanın adı, Jane'in Yeri'ydi. Ve bu hanın sahibi olan babasına yardım etmek için han da çalışan Jaksen, o kanlı savaşa kendi gözleriyle tanıklık ediyordu. Teçhizat ve tecrübe bakımından kervan muhafızları üstün olsa da sayı bakımından fazla olan haydutlar, birebir çatışmak yerine kirli oynuyorlardı.

Tüm hanı ateşe vererek malları tehlikeye atmışlardı. Bu sayede kervan muhafızları malları kurtarmak için geri çekilmek zorunda kalarak açık vermişlerdi. Haydutlar bu fırsatı değerlendirerek düzenleri bozulan muhafızların hemen hemen hepsini katletmiş ve mallar yanmadan önce ahırda ki yük arabasını dışarı çıkarmışlardı.

Yük arabasının içerisin de, bir sandığı açarak sandığın içerisinden tahminen 7-8 yaşların da bir erkek çocuğu çıkarmışlardı. Çok fazla oyalanmadan çocukla birlikte alabildikleri tüm malları alarak yangından uzaklaşmışlardı. Peşinde oldukları hedefi ve malları ele geçirmişlerdi, ancak birden fikir değiştirmişler gibi yangından dolayı dışarı kaçışmaya başlayan insanları sebepsizce hedef almaya başlamışlardı.

Bunca zamandır hedeflerinde ki kervan grubu dışında diğer insanlara dokunmamışlardı ancak hedeflerine ulaştıkları an niyeyse herkesi katletmeye başlamışlardı. Yaklaşık 20 dakika sonra birkaç kişiyi öldürmüş ve kalanları da köle olarak satmak için yanlarında götürmek üzere esir almışlardı. Nihayet ortalığı yeterince kana bulayan haydutlar, liderlerinin emri üzerine köyden ayrılmak için geri dönmüşlerdi.

Haydutların gitmesinden sonra geriye kalan sadece, yangından dolayı çökerek enkaza dönüşen han, hanın dışında ki cesetler ve tüm bu karmaşa sırasın da babasını arayan Jaksen'di.

Jaksen 17 yaşındaydı. Maddi durumları köyde ki diğer insanlara kıyasla çok daha iyiydi. Doğduğu ve yaşadığı bu köyün adı Zelan'dı ve bir köye göre nüfusu fazla sayılsa da başkentten uzakta olan küçük bir yerleşim yeriydi.

Zelan köyü, ticaret yolu üzerinde olsa da bu bölgeye gelen kişiler sadece Han'da dinlenirlerdi ve daha sonra yollarına devam ederlerdi. Hemen hemen her gün bir yabancı köye uğruyordu, ancak onlar da Han da en fazla birkaç gün dinlenip yollarına devam ediyorlardı.

Bu köyün tek önemi, ticaret merkezi ve krallığın en kalabalık şehri olan Rendell yolu üzerinde olmasıydı. Gezginlerin ve kervanların gözün de bu köy ve han, hedeflerine varmadan önce ki duraklardan biriydi.

Bu sebeple köyde en çok kazanç sağlayan kişi Han sahibi Benald'dı. Öyle ki Benald, 1-2 yıl sonra Rendell'e daha yakın bir yerde hatta belki de Rendell şehrinin içinde yeni bir Han açabilmek için yeterli sermayeye ulaşacaktı.

İşini büyütürse oğlunun ve manevi kızı Lena'nın geleceğini daha sağlama alabilirdi. Esasın da bu han Benald'a değil, eşi Jane'e aitti. Jane'e ailesinden kalmıştı ve Benald ile evlendiklerinde birlikte işletmeye başlamışlardı. Ta ki birkaç sene önce Jane talihsiz bir hastalıktan vefat edene kadar.

Sonrasın da Benald biraz bunalıma ve depresyona girmiş olsa da, oğlu ve dostları sayesin de kendini toparlamış ve aile dostları ve oğlu ile birlikte han ile ilgilenmeye devam etmişlerdi.

Jaksen babasını dışarıda bulamayınca, hanın arka kapısının olduğu ahıra doğru koşmaya başlamıştı.

William amcanın çalıştığı ve araba vagonlarının temizlendiği, yıkandığı aynı zaman da brandalarının ve tekerlerinin tamir edildiği, kapısı olmayan hangar şeklin de ki keresteden inşa edilmiş tamir alanına vardı. Tamirhane ahıra yakındı ancak alevlerin ulaşamayacağı kadar da uzaktı.

Esasın da oraya varana kadar haydutlar çoktan gitmişti, ancak yine de saklanmayı bırakmamıştı, korkuyordu. Ölmekten ziyade köle olmaktan korkuyordu.

Bir an için korkudan hareket edemeyecekti ki aklına tekrar babası geldi, hemen kafasını dışarı çıkararak çevresini kontrol etti ve birkaç havlayan köpek ve cesetlerin üzerine uçuşan kargaların sesi dışında bir şey duyup görmemişti.

Etrafın en azından şimdilik güvende olduğuna karar verdi. Yerinden çıkıp Ahırın orada ki arka kapıya doğru koştu. Giriş tamamen enkazla kaplıydı, Han taş ve kereste karışımından yapılmaydı ve neredeyse tamamı yanmıştı, bu sebeple Han olduğu gibi çökmüştü.

içeri girmenin bir yolunu bulmaya çalışıyordu ancak bir süre sonra handan kaçarak dışarı çıkan insanların cesetleri dikkatini çekmişti. Belki de babasının da orada olacağını düşünerek oraya baktı ancak bir an sonra olduğu yerde kala kaldı.

Kanı donmuştu, az önce çok sakin bir şekilde babasının da o cesetlerin arasın da olduğunu düşünmüştü ve bunu hemen kabullenmişti.

Kendi kendine ''Neler düşünüyorum ben, ne oldu bana! Babam, benim için her şeyi yaptı. Hatta yakın da şehir de yeni bir han açacağını ve benimle birlikte Lena'yı şehirde ki okullardan birine gönderebileceği için heyecanlıydı. Annemin ölümünden sonra yaptığı her şey bir şekil de benim içindi. Nasıl.. Nasıl böyle düşünürüm! O ÖLMEDİ!''

Kendisine olabildiğince sert ve hızlı bir şekilde tokat atmıştı. Motivasyonunu geri kazanarak babasını aramaya koyulmuştu. Tüm gecesini hanın içerisine girmek için bir yol açmakla uğraşmış ve sonunda başarmıştı.

Sabaha karşı yanmış tahtaların arasından geçerek bir zamanlar hanın girişi olan yere varmıştı. Girişten birkaç metre ileride olan bardan şimdi eser yoktu. Ancak babası bar da olmalıydı. Babası Benald barmenlik yaparak müşterilerle ilgilenir ve ödemeyi alırdı. Jaksen ve burada çalışan yakın aile dostlarımızın kızı Lena ise müşterilere rehberlik eder, odalarını hazırlar ve temizler, arada sırada Tesila teyzeye yardım ederek garsonluk yaparlardı.

Köy sakinlerinden komşuları olan ve yakın aile dostumuz William amca ahırla ilgilenir, atları besler, temizler ve at arabalarını tamir ederdi. William amcanın eşi Tesila teyze de garsonluk yapardı.

Tesila teyze aslında bu köyden değildi, eskiden bir paralı askermiş ve bu köye geldiğinde ağır yaralıymış. Onu kurtaran kişi babam ve annemmiş. Zamanla minnet borcunu ödemek için burada kalmayı kabul etmiş ve daha sonra William amca ile tanışarak onunla evlenmiş ve çocuk sahibi olmuştu.

Kızı Lena doğunca bu köye tamamen adapte olmuştu ve ayrılmayı hiç düşünmemişti. Tesila teyzenin zamanla Lena'ya ve kendisine okuma yazmayı ve kılıç kullanmayı öğrettiği zamanları hatırladı. Sonrasın da hemen kendini toparlayarak bara doğru ilerledi. Biraz bakındıktan sonra bardan geriye pek bir şey kalmadığını gördü. Ancak babası orada yoktu, etrafına biraz göz gezdirince bir zamanlar masaların olduğu ve şimdi küle dönen yerlerde yanarak kömürleşmiş birkaç kişi vardı. Bunların müşteri olduğunu anlamıştı çünkü üzerlerin de ya zırh ya da kılıç vardı.

Jaksen, babasının izini bulmak için enkazın arasında dolaşırken her köşede cesetlerle karşılaşıyordu. En sonunda mahzene giden kapının sağlam olduğunu fark etti. Kapının kenarına yaklaşıp hafifçe kaldırarak içeri seslendi:

"Baba!" diye haykırdı.

Mahzenin içinden birkaç adım sesi ve kıyafet hışırtısı duyuldu. Karanlıktan bir ses yükseldi:

"Jaksen? Sen misin?"