Yangın, hastanenin koridorlarına hızla yayılmış, duman her yeri kaplamıştı. Genç adam, acil durum ışıklarının altında titreyerek kaçmaya çalışıyordu. Ancak, tavanın çökmesiyle birlikte devasa bir enkaz, hemşireyle birlikte onu da içine çekmişti. Aniden, her şey karanlığa gömüldü ve bir sessizlik kapladı.
Bu sessizlik, genç adamın zihinlerinde başka bir dünyayı oluşturdu. Karanlığın içinde, dört kişilik bir toplantı salonu belirdi. Oda, yaşanmışlık ve zamanın derin izleriyle dolu bir mekân gibiydi. Duvarda eski çizimler ve gölgeler vardı. Masanın etrafında, üç kişilik bir grup, odanın sessizliğinde birbirlerine bakıyordu.
İlk önce, soğuk bir ifadeye sahip tek gözlüklü figür konuştu. Ses tonu, mantıklı ve kararlıydı. “Burası, ölüm travmasından korunmak için bilinçaltımızın oluşturduğu bir mekan gibi görünüyor. Demek ki burada kadarmış...”
Diğer köşede, kapüşonlu figür, derin umutsuzluk içinde konuştu. Yüzü neredeyse tamamen karanlıkla örtülüyordu, sadece gözleri belirgin şekilde parlıyordu. “Anlamsız hayatımızın sonuyla yüzleşmek zorundayız,” dedi, sesi hüzünle dolu bir yankı gibi.
Genç, meraklı ve umutsuz bir sesle konuştu. “Ölmek için çok genciz… Hayatta kalma ihtimalimiz yok mu?”
Tek gözlük takan figür, gözlüğünü yavaşça çıkarıp cebinden çıkardığı bir bezle silerken, dikkatlice konuştu. “İmkansıza yakın. Bu arada, dört numaralı köşe kimin için?”
Aynı anda tüm bakışlar, odanın bir köşesindeki boşluğa yöneldi. Köşenin arkasındaki karanlıktan yavaşça bir figür ortaya çıkmaya başladı. Bu figürde ilk dikkat çeken şey parlak kırmızı saçları ve başından çıkan kıvrılan boynuzlardı.
Tek gözlük takan figür, gözlüğünü silmeye devam ederken konuştu. “İlginç…”
Kapüşonlu figür, derin bir sessizlik içinde tepkisiz kaldı, genç sesinde merakla sordu. “Sen kimsin?”
Kırmızı saçlı figür, derin bir iç çekişle konuştu: “Ben… Geçmişte etrafımdakileri kaybetmiş ve hiçbir şeyi başaramamış biriyim. Kendi zayıflığımın bedelini ödedim. Şimdi sadece bir gölge olarak buradayım.”
Yavaşça gözlüğünü gözünün üstüne yerleştiren tek gözlüklü figür, soğuk bir tonla konuştu: “Yani, kendimizin bir çarpık kopyası daha... Gerçekten ilginç.”
Kapüşonlu figür, derin bir iç çekişle karanlık köşesinden bakarak ekledi: “Bir delilik daha eklenmiş gibi görünüyor. Zaten yeterince kafayı sıyırmıştık, değil mi?”
Genç, içindeki karmaşıklığı aşarak, kırmızı saçlı figüre dikkatle baktı. “Peki, senin hayatta kalmak için bir fikrin var mı?”
Bu konuşmalar yaşanırken bulundukları oda yavaşça kararıyordu. Sanki tamamen karardığında öleceklerdi. Kırmızı saçlı figür, yüzünde ufak bir gülüşle konuştu: “Hayatta kalmak için aslında hayatta kalmamıza gerek yok.”
Bununla beraber oda tamamen karanlığa büründü.
----------------------------------
Belirsiz bir süre önce enkazın altında hayatını kaybeden genç, yavaşça ağırlaşmış göz kapaklarını araladı. Görüşü henüz tam anlamıyla netleşmeden, uzun zamandır ona eşlik eden seslerden soğuk ve kayıtsız olanı zihninde yankılandı:
"Hemen kendine gelmen gerekiyor. Vücudun çok kötü durumda... Şimdi kalkamazsan, bir daha asla kalkamayabilirsin."
Genç, hala görüşünü netleştirmeye çalışırken düşündü: "Enkazın altından kurtuldum mu?"
Görüşü netleşip etrafındaki detayları seçmeye başladığında, genç kendini yabancı bir ortamda buldu. Etraf leş gibi kokuyordu; sanki ortaçağdan kalma, karanlık ve kuytu bir mahallenin arka sokaklarına düşmüştü. Yavaşça ayağa kalktı, önce bu tuhaf çevreye, sonra da daha da yabancı gelen kendi ellerine ve vücuduna baktı. Bir deri bir kemik kalmıştı, solgun ve cansız görünen bir derisi vardı ve... sanki biraz kısalmış mıydı?
The tale has been taken without authorization; if you see it on Amazon, report the incident.
Kafasında şüphe ve korku dolu düşünceler çarpışırken, soğuk ve kayıtsız ses yeniden yankılandı: "Bu bizim vücudumuz değil..."
Genç, cılız vücuduyla sendeleyerek bulunduğu kuytudan dışarı çıktı. Karşılaştığı manzara adeta bir film karesinden fırlamış gibiydi; büyük bir insan kalabalığı vardı ve hepsi ortaçağa özgü kıyafetler giymişti. Kuytudan sendeleyerek çıktığında, birkaç kişi ona doğru baktı. Ona yönelen gözlerin çoğu iğrenmeyle doluydu, ancak arada acıma dolu bakışlar da vardı.
Ancak gencin dikkati tamamen başka bir şeye kaymıştı. Buradaki insanların, ya da çoğunlukla insan gibi görünen kişilerin, normal insanlardan belirgin farklılıkları vardı. Neredeyse hepsinin farklı şekillerde boynuzları vardı. Genç içten içe düşündü: "Burası cehennem mi, bunlar da şeytanlar mı?"
Soğuk ve kayıtsız ses hemen cevap verdi: "Sanmıyorum."
Genç, cılız elleriyle kafasını yokladığında göz bebekleri şaşkınlıkla küçüldü. Kendi kafasında da, dokunma hissiyle anladığı kadarıyla, iki tane küçük çıkıntı vardı. Bunlar boynuz hissi veriyordu, ancak henüz tam gelişmemiş gibiydiler.
"Benimde boynuzlarım var... Siktiğimin boynuzları..." Genç, şaşkınlıkla mırıldanırken başka bir şey daha fark etti. Konuştuğu dil Türkçe değildi. Hayır, tamamen farklı bir dildi ama onu ana dili gibi akıcı bir şekilde konuşabiliyordu. Gencin kafası iyice karışmıştı ki, soğuk ses yeniden konuştu:
"Buna benzer birkaç internet romanı okuduğumuzu hatırlıyorum... Sanırım benzer bir durumdayız."
"Yeniden doğduk..." diye mırıldandı genç, gökyüzü giderek kararmaya başlarken. Soğuk ses bu sefer, sesinde hafif bir aciliyetle konuştu:
"Bunları sonra tartışabiliriz, ama şu anda asıl önemli olan uyuyabileceğimiz güvenli bir yer ve... yiyecek. Bunlar olmazsa geceyi sağ atlatamayabiliriz."
Şimdilik kafasındaki soruları bir kenara iten genç, dikkatlice etrafını incelemeye başladı.
Aynı zamanda uzun süredir sessizliğini koruyan kederli ses sonunda konuştu:
"Her şeyi bıraksak olmaz mı? Zaten bir kere öldük, neden bu iğrenç hayatı tekrar yaşamak için çabalıyoruz?"
Genç, kısa bir sessizliğin ardından içtenlikle cevap verdi:
"Belki bu sefer daha güzel bir hayatımız olur diye."
Oluşan sessizlikte genç, etrafını incelemeye devam etti, ancak hava karardıkça insan sayısı azalmakta idi. İçinde büyüyen paniğin etkisiyle, genç sinsice bir seyyar satıcının arabasına yaklaştı ve bir tür poğaça gibi görünen bir şeyi çalmaya çalıştı. Ancak satıcı, son anda gözünün ucuyla onu fark etti. Genç, cılız ellerinde yoktan var olan bir kuvvetle minik poğaçayı ağzına tıkıştırırken kaçmaya çalıştı. Ama satıcının formda olan bedeni, onu yakalamakta hızlıydı.
Satıcı, genç çocuğu kolayca yakalayıp, üstündeki paçavradan tutarak havaya kaldırdı.
"SENİ PİS FARE!" ağzından tükürükler saçarak bağırdı, cılız bir çocuğun vücudundaki genç, kurtulmak için çırpındı.
Etraftaki azalan kalabalık, yaşananları görmezden gelirken, bir bağırış seyyar satıcının genci hırpalamasını durdurdu. "Neler oluyor burada?" diye sordu, 10 veya 11 yaşlarında soylu gibi gözüken bir çocuk, yanında duran şövalyesine bakarak. Şövalye, soylu çocuğun emrini tekrarladı: "Ne oluyor dedim."
Seyyar satıcı, gence son bir kez sinirli bir bakış attıktan sonra çocuğu bıraktı. Genç, düşüşün acısıyla inlerken, seyyar satıcı konuştu:
"Bu çocuk, sattığım poğaçalardan birini çalmıştır, lordum."
Gözünün ucuyla genç efendisine bakan şövalye, efendisinin başını sallamasıyla, genç efendiye uygun bir çözüm sundu:
"Genç efendi, poğaçanın parasını ödeyecek."
Ardından yere düşen çocuğun yanına giden şövalye, gencin durumunu dikkatlice inceledi. "Çok zayıf, düzgün beslenmediği açık, ayrıca üzerinde eski dayak izleri de var," diye düşündü.
Şövalye, çocuğa seslendi: "Ayağa kalk, çocuk."
Sendeleyerek ayağa kalkan genç, şövalyenin işaret ettiği yöne baktı. Şövalyenin yanındaki çocuk, yaşları benzer olsa da neredeyse onun tam zıttı gibi görünen çocukla birlikte birkaç şövalyenin bulunduğu kafileyi takip etmeye başladı.
Genç, şimdi düzgünce bakabildiğinde, şövalyelerin zırhlarındaki siyah kılıç amblemi ve yaşına yakın görünen çocuğun kızıl saçları dikkatini çekti. Bu detayları düşünürken, soğuk ses yeniden yankılandı: "Şans yüzümüze güldü."
Ancak gencin şüpheleri vardı. Yanındaki şövalyeye döndü ve sordu: "Nereye gidiyoruz?"
Şövalye, genci kısa bir süre gözleriyle süzdükten sonra konuştu:
"Genç efendi tarafından sizin gibi evsizlere yatacak yer ve yiyecek sağlanıyor."
"Karşılıksız mı?"
Şövalye, hafif bir gülümsemeyle yanıtladı:
"Tabii ki hayır. Yeteneklerinize göre eğitileceksiniz ve genç efendinin ailesine hizmet edeceksiniz."
Genç düşündü: "Bir köşede açlıktan veya soğuktan ölmekten iyidir. Ve ölene kadar bir hizmetçi olmaya da niyetim yok... Kendi başımın çaresine bakabileceğim zaman özgür olacağım."
Cılız bir çocuk görünümündeki genç, uzun bir süre gibi gelen ama aslında pek de uzun olmayan bir sürenin ardından, üstünde çeşitli gravürler kazınmış çemberlerin bulunduğu bir bölgeye geldiler. Ancak buranın daha elitlere özel bir yer olduğu belliydi. Etraf, soyluluk ve zenginlik akan kişilerle doluydu. Ayrıca, bazı kişiler çemberlere girip çemberlerin ışıldamasıyla kayboluyor veya çemberlerin ışıldamasıyla yoktan var oluyordu.
Gencin görüş açısında, tek gözlük takan ve yaklaştıkları çemberi inceleyen bir figür belirdi. Bir süredir zihninde duyduğu ses, şimdi önünden duyuldu:
"Işınlanma... İlginç. Ama daha ilginci, bu bir tür teknoloji değil. Birçok fantastik eserde adı geçen kavram olan büyü... sanırım."
Genç, sesi görmezden gelerek diğerleriyle birlikte çembere girdi. Yanındaki şövalye, konuştu:
"İlk birkaç seferde kusma gibi yan etkiler olabilir."
Hemen ardından çember ışıldadı. Genç, bir anlığına bir renk cümbüşü gördü ve bir sonraki anda kendini tamamen farklı bir yerde buldu. Diğerlerine nazaran genç görünen bir şövalye hafifçe sendeledi. Ancak genç, şövalyenin belirttiği gibi herhangi bir yan etki hissetmedi.
Şövalye, sesinde merak ve şüphe karışımı bir tınıyla sordu:
"Daha önce ışınlanma çemberi kullandın mı?"
Genç, kayıtsız bir şekilde cevap verdi:
"Hayır."
Bunun üzerine, ilk defa kızıl saçlara sahip ve yaşlarına yakın görünen çocuk ona baktı. Kan gibi parlayan dikey gözbebeklerini gören genç, zihninde ufak bir ürperti hissetti. Ancak çocuk, neredeyse hemen önüne döndü ve yola devam ettiler.