Ilyrion Duskborne, dünyaya, kara bulutların arasında, gri gökyüzünün altındaki bir kasabada geldi. Zamanın nehrinde kaybolmuş bir an gibi, doğumu hiçbir alkışa, kutlamaya tanıklık etmemişti. O gün, toprakta bir başka kaderin izleri silinmiş, ama Ilyrion’un geleceği, içinde bulunduğu bu karanlık çerçeveden çok daha büyüktü.
Annesi, kasabanın kenarındaki terkedilmiş bir çiftlik evinde doğurdu onu. Gizlice, ama bir o kadar da ihtişamla, Ilyrion dünyaya gözlerini açtı. Anne, narin ve sararmış saçlarıyla bir zamanlar yaşamış olduğu hayalleri ve umutları arkasında bırakmıştı. Babası, kasabanın en güçlü isimlerinden biriydi; ancak yoksulluk, onu hayatta tutan tek şeydi. Ilyrion’un babası, çok önce bir savaşta kaybolmuştu; geriye sadece çürümüş zırhlar ve yıkık duvarlar kalmıştı.
Doğumun üzerinden sadece birkaç saat geçmişken, annesinin yüreğini yakalayan bir hastalık ona son verdi. Ancak Ilyrion, annesinin yüzüne bakarken, derin bir huzur hissetti; çünkü biliyordu ki, onun yalnızca ruhu değil, tüm özlemleri de içindeydi. Küçük bebek, kasabanın dar, karanlık sokaklarında terkedilmişti, ama kaderin de bir iradesi vardı; ona hayatta kalma şansı verdi.
Zamanla, küçük Ilyrion’un hikayesi kasabanın dertli kulaklarında yayılmaya başladı. Kasaba halkı, bu çocuğun yalnızca öksüz bir yürekle büyümeye mahkûm olmadığını, aynı zamanda bir tür ilahi adaletin sembolü olduğunu düşünmeye başladı. Birkaç ay sonra, küçük Ilyrion, yerel rahiplerin ve kasaba sakinlerinin yardımlarıyla, nihayet bir Yetimhane’ye yerleştirildi. Bu yetimhane, kasabanın merkezinde, terkedilmiş bir manastırın yapısına entegre edilmişti. Yüksek taş duvarları, dışarıdan gelen soğuk rüzgarları kucaklarken, içeride, daha kırılgan ruhların karanlıkla mücadele ettiği bir sığınak vardı.
This book was originally published on Royal Road. Check it out there for the real experience.
İskoçya’nın sert rüzgarları, Ilyrion’un ruhunu her zaman sarmaladı. Bu adaya gelen yabancıların çoğu, hayatta tutunacak hiçbir şeyleri olmayanlara yabancıydılar. Ancak o, bu soğuk topraklarda bir yer buldu, bir kimlik kazandı. Yetimhaneye yerleştirilen her çocuğun hikayesi farklıydı, ancak Ilyrion’unkisi bir başka kadere işaret ediyordu. Gözleri, derin maviliğiyle kasabanın ıssız denizleri gibi bir boşluğu yansıtıyordu; onun bakışlarında, hem kaybolan bir geçmişin hem de belirsiz bir geleceğin yankısı vardı.
Zamanla, Ilyrion, yetimhanenin taş duvarlarında hayatını yeniden inşa etmeye başladı. Çocukluk, zamanın ölü bir kesitine dönüştü. Onun, soğuk taşlarda geçirdiği yıllar boyunca, bir iz bırakan şarkılar vardı. Özellikle, gece rüzgarı yükseldiğinde, Ilyrion, yalnızlıkla iç içe geçmiş o eski melodiyi duyar gibi olurdu.
Bir gün, kasabaya yeni bir yönetici atandı ve bu, Ilyrion’un hayatındaki büyük dönüşümün habercisi oldu. Yönetici, kasabanın eski koruyucularından biri olan Sir Lorcan Duskborne’un oğluydu. Aile, eski kalkanları ve zırhlarıyla yeniden izlerini bırakmaya başlamıştı. İlyrion, ailesinin soyadını duyduğunda bir şeyler kıpırdamıştı. Kimse onun bu soydan olduğunu bilmeden, sirkinin içerisinde yeni bir kimlik bulma mücadelesine koyuldu.
Bir an için, Ilyrion’un kaderinin bu topraklarla ve bu isyanla bağlantılı olduğunu anlamıştı; fakat geçmişinin gölgeleri peşinden geliyordu. Sir Lorcan, Ilyrion’u, kasabanın asil ailesine almayı düşündü ve Ilyrion, hem içindeki boşluğu hem de geçmişini sorgulayarak, ailesinin kimliğini kabul etmeye başladı. O an, Ilyrion Duskborne’un yalnızca bir yetim değil, aynı zamanda geçmişinin bir yansıması olduğunun farkına vardı.
Bir sabah, rüzgarın oldukça sert estiği bir günde, Ilyrion Duskborne, kasaba dışındaki bu soğuk topraklarda yeni bir hayat kurmaya, bir kimlik yaratmaya ve içsel gücünü keşfetmeye karar verdi. Henüz ne olacağını bilmediği bir yolculuğa çıkıyordu.