See I've come to burn
your kingdom down
Hekateria, büyük yemek salonunun masasında oturmuş, ailesinin geri kalanıyla birlikte geleceğinin ne olacağı konusunda pek de heyecanlı olmayan bir tartışmaya girmişti. Şu ana kadarki en ilgi çekici olay babasının yanında oturan büyükamca Albert'ın uyuklarken takma dişlerini masaya düşürmesiydi.
Tam önünde, kan lekeleriyle kaplı ve üzerinde antik rünler yazan eski bir hançer duruyordu. Hekateria'nın elleri ve elbisesi de kan içindeydi. Babası, ailenin bu umursamaz, belki de olayı kavrayamamış, durumundan bıkmış olacak ki derin bir nefes alarak konuşmaya başladı: "Prens Cassius'u öldürdüğünü söylüyorsun, Hekateria. Ne yaptığının farkında mısın?"
Hekateria, başını dik tutarak cevap verdi. "Kılıcıma boğazını dayamış birisinin cinayeti benim suçum değildir, baba."
Abisi Felix, alayla karışık bir ciddiyetle elini masaya vurdu. "Kral hepimizin kellesini saray kapısına astıracak. O zaman ne yapacaksın zavallı kardeşim?" kız kardeşi gözlerini devirip kollarını birbirine bağlamakla yetindi.
Ailenin diğer üyeleri arasında gergin bir sessizlik hakimdi. Kimisi kaçmayı, kimisi ise karşı koymak için hazırlanmayı öneriyordu. Infirma, annesi, ise her zamanki gibi hiçbir şey söylemeden kocasının yanında oturuyor, o ne derse bir hamam tellağı ahmaklığında başını sallayarak onu onaylıyordu.
If you spot this story on Amazon, know that it has been stolen. Report the violation.
Büyükbabası, sonunda elini masaya vurarak sessizliği bozdu. "Yeter! Böyle oturup kuruntu yapmak bize hiçbir şey kazandırmaz. Saraydan henüz ses çıkmadı, yarın gidip bir şeyler öğrenmeye çalışacağım. Kraliyet ailesi oldukça güçlü olsa da bizden ve atalarımızdan hala korkuyorlar." sözlerinin sonuna doğru arkasını dönerek 1800'lü yıllarda yaşamış atası Victor'un şöminenin üzerine asılmış portresine baktı ve yüzünü belli belirsiz bir gülümseme kapladı. Daha sonra tekrar önüne dönerek "Şimdi herkes odasına, bu gece kasabaya inmek yok" Felix'e ufak bir bakış atıp ayağa kalktı. Onunla birlikte diğerleri de kalkmıştı. Şu ana kadar sesini çıkarmamış olan Medea hızlı bir şekilde odasına çıkan ilk kişi oldu.
Herkes sessizce dağıldı ve odalarına çekildi. Hekateria, ağır adımlarla merdivenleri tırmandı ve odasına girdi. Pencerenin yanındaki yatak, onu içine çekmek isteyen bir rahatlık sunuyordu. Ancak yatağına uzandığında, yorgunluktan gözleri kapanmaya başladı.
Gece yarısına doğru, soğuk bir rüzgar odasının içine doldu ve ince perdeler hafifçe dalgalandı. Hekateria, gözlerini açtı ve odasının ortasında yarı saydam bir figür gördü. Bir hayalet, ona doğru bakıyordu. Gözleri boşlukla doluydu, ama Hekateria'ya sabitlenmişti. "Hekateria," dedi hayaletin sesi, fısıltı gibi ama net bir şekilde duyuluyordu. "Tehlike yaklaşıyor."
Hekateria yerinden doğruldu ve hayalete baktı. "Ne tehlikesi? Kim geliyor?" dedi, hiçbir şey anlamamış görünüyordu.
Hayaletin yüzü acıyla buruştu, bedeninden yayılan soğuk hava dalgaları odayı kapladı. Hekateria bir an için tuhaf bir ürperti hissetti. "Gölgeler... Gölgeler seni arıyor. Sakın güvenme..."
Tam hayalet bir şeyler söyleyecekken, Hekateria aniden uyandı. Kalbi hızla çarpıyordu ve oda zifiri karanlıktı. Bir rüya mıydı yoksa gerçek mi? Hayaletin söyledikleri kafasında yankılanıyordu. Vücudunu ürperten esintinin açık pencereden geldiğini farkedince ayağa kalkıp el yordamıyla kapatmaya çalıştı. Aklında sürekli "Gölgeler seni arıyor..." cümlesi dönüyordu.
Hekateria sabaha kadar bir daha uyuyamadı.